Hiç bir antlaşma yaptınız mı? Tabii ki yapmışsınızdır! Bir kez olsun bir antlaşma yapmadan yaşamak imkânsız olurdu. Bir zamanlar antlaşmalar bir el sıkışma ile yapılabiliyordu. Bir adamın sözü, onun şere ve güvencesi demekti. Fakat bugünlerde bir kimsenin antlaşmaya sadık kalmasını beklemek, eğer ki yazılı değilse, neredeyse imkânsız. Bir antlaşma kâğıda yazıldığında her iki bireyden de beklenenler tamamen açıktır. Yazılı antlaşma aynı zamanda her iki tarafı da korur. Örneğin, bir anlaşmazlık çıkar ya da antlaşma ihlâl edilir ve her iki taraf mahkemeye giderse, yargıcın kararını dayandıracağı bir kıstas olur. Bu dersimizde, Allah ile de aynı şeyin geçerli olduğunu göreceğiz. O’nun beklentileri vardır ve bu beklentiler birtakım basit kurallar üzerine kuruludur. O’nun kurallarını incelemeden önce, bir örnekle başlayalım.
Muharrem’in kasabanın bir kenar mahallesinde küçük bir apartmanı vardı. Binanın olduğu mahalle eskiden köydü. Zamanla köy kentin içine kaynamıştı ve yavaş yavaş eski köy evlerinin yerini büyük apartmanlar almıştı.
Muharrem, acı verici deneyimlerle ev sahibi olmayı öğreniyordu. Bir keresinde dairelerinden birini Yaşar adlı bir adama kira sözleşmesi yapmadan kiralamıştı. Bir yat belirledikten sonra yalnızca el sıkıştılar. Yaşar ile karısının aylık 400 liraya dairede oturması için prensipte anlaştılar.
Üç daireli bir apartmanda kapıcıya gerek yoktu, ancak 25 liralık cüzî bir aylık bakım masrafı vardı. Fakat elektrik faturasını kimin ödeyeceği sorun oldu. Muharrem’in binasında tüm elektrik bir saate bağlıydı ve dairelerin saatlerini ayırmak için para ödemek istemiyordu. Zamandan ve paradan tasarruf etmek için düşündü,
“Elektriği ben ödeyip, kirayı ayda 400’den 450’ye arttıracağım. İki insanın o kadar fazla elektrik kullanacağını tahmin etmiyorum.”
Fakat iki hafta sonra Yaşar kızının, damadının ve iki küçük çocuklarının da yanına taşınmalarına izin verdi. Muharrem elektriği çok kullanacaklarından korkarak, Yaşar’la konuştu.
Muharrem, “Yaşar Bey, su ve elektrik faturaları yükseliyor. Dairenin kirasında anlaşırken yalnızca sen ve karın vardı. Masra arı karşılamak için kiranızı arttırmam gerekiyor” dedi.
Yaşar “Hayatta olmaz” dedi. “Ücret daire içindi, evde oturan kişi sayısı için değil. Kirayı arttırmayacağım.”
“Yaşar Bey, kirayı arttırmazsanız mahkemeye gitmek zorunda kalırız.”
“Öyle olsun, hakime anlatırız” yanıtını verdi.
Sonunda konu hakimin önüne geldi, fakat ortada sözleşme olmadığından hakimin Muharrem için yapabileceği bir şey yoktu. Muharrem’in Yaşar’ı ve ailesini daireden çıkartabilmesinin tek yolu, kendi çocuklarının oraya taşınmasını sağlamaktı. Yani, kendi çocuklarının başka kalacak yeri olmaması durumunda. Fakat bu hiçbir zaman gerçekleşmedi, ve yıllar geçtikçe Muharrem pek çok para kaybetti.
Bir gün Muharrem kirayı almak için Yaşar’ın evine gitti. Kirayı çoğu zaman geciktiriyor, kimi zaman ise hiç ödemiyordu. Durum Muharrem için gitgide dayanılmaz bir hal alıyordu ve ne yapacağını bilemiyordu. Muharrem eve geldiğinde kapıya vurdu ve kapı gıcırdayarak açıldı. Bu durumu tuhaf buldu ve eve girdi.
“Merhaba, Yaşar, burada mısın?” diye seslendi.
Ancak yanıt gelmedi. Bunun yerine, genzini yakan pis bir kokuyla karşılaştı. Oturma odası boştu, yer çürümüş yiyeceklerle ve bebek bezleriyle dolu plastik poşetlerle kaplıydı. Aceleyle ayrıldıkları belli oluyordu. Muharrem burnunu gömleğiyle tıkayarak mutfağa girdi. Dolap kapaklarından bazıları yerde, bazıları da menteşeleri kırıldığından yamuk bir halde asılı duruyordu. Suyu açık bırakmışlardı, tahliye borusu sızdırıyordu. Muharrem uzun zamandan beri su aktığını anladı, zira alttaki dolap suyla dolmuş ve çürümeye başlamıştı.
Muharrem kendi kendine şöyle dedi:
“İnsanlar nasıl böyle yaşayabilir? Katlandığım onca şeyden sonra, işte böyle sona eriyor. Pis hayvanlar!”
Muharrem daireyi eski haline getirebilmek için iki ay ve binlerce lira harcadı. Fakat Muharrem pek çok şey öğrendi. En önemlisi, artık hiçbir zaman yalnızca el sıkışarak antlaşma yapmayacaktı. Hiçbir yanlış anlaşılma olmaması için her şeyi bir bir sözleşmeye yazdıracaktı. Bundan sonra sorun olursa, en azından mahkemeye gidip kiracıyı çıkartabilirdi. Muharrem için sözleşme hem saçma, hem de gerekliydi. Kiracı düzgün bir insan gibi davranırsa, sözleşmeye hiç gerek yoktu. Fakat sözleşmenin gerekli olmasının nedeni, bazı insanların gerektiği şekilde davranmamaları ve yanlışlarına karşı konulduğunda bunu inkâr etmeleri. Kesin bir şey vardı ki, Muharrem bundan sonra dairesini yazılı sözleşme olmadan kesinlikle kiraya veremezdi. Kiracının, kendisinin beklentilerini ilk günden itibaren bilmesini istiyordu.
Tüm ilişkiler beklentiler üzerine kuruludur. Kimi zaman bu ilişkiler, her zaman yazılı olmayan toplum kurallarıyla düzenlenir. Bunlar, gelenekler ve ihtiyarların öğretişleri yoluyla nesilden nesile aktarılır. Çocuklar kendilerinden beklenenleri anne–babalarından ve büyükanne–büyükbabalarından öğrenirler. İlişkiler ayrıca, evlilikte olduğu gibi, yeminler ile de korunabilir. İki kişinin birbirlerini iyi günde ve kötü günde sevmeleri beklentisi yeminde ifade edilir. Diğer durumlarda, örneğin ev sahibi ve kiracı ilişkisinde, her bir tarafın beklentileri yazılı bir belgede dikkatle açıklanmalıdır.
Allah, yazmamış olmasına rağmen, Adem ile Havva’ya iyiyi ve kötüyü bilme ağacından yiyemeyeceklerini söylediğinde, beklentilerini açıkça belli etmişti. Tüm insanlık için çok yazık ki, O’nun beklentisini karşılayamadılar. Fakat Allah onlara merhametiyle sabırlı davrandı ve soylarından gelenlere Kendi talimatlarını uygulamaları için sürekli olarak ilave fırsatlar verdi. Hatırlarsanız, Allah İbrahim ile bir antlaşma yapıp, ona bazı şeyler vaat etmişti. Bunları gözden geçirdiğimizde, İbrahim’in yerine getirdiği beklenti ya da anlaşmaya bakalım. Yaratılış 12. bölüm, 2. ve 3. ayetlerden başlayabiliriz:
2 “Seni büyük bir ulus yapacağım, seni kutsayacak, sana ün kazandıracağım, bereket kaynağı olacaksın. 3 Seni kutsayanları kutsayacak, seni lanetleyeni lanetleyeceğim. Yeryüzündeki bütün halklar senin aracılığınla kutsanacak.”
Allah daha sonra bu vaadi 22. bölüm 18. ayette belirtildiği şekilde tekrarlayarak, bunun İbrahim’in kendisine itaat ettiği için olduğunu ekledi:
18 “Soyunun aracılığıyla yeryüzündeki bütün uluslar kutsanacak. Çünkü sözümü dinledin.”
Fakat Allah’ın vaadi İbrahim’le sınırlı değildi, soyundan gelenler için de geçerliydi. Bunu son iki örnekte göremediyseniz, Yaratılış 17. bölüm 7. ayeti okuyalım:
7 Antlaşmamı seninle ve soyunla kuşaklar boyunca, sonsuza dek sürdüreceğim. Senin, senden sonra da soyunun Tanrısı olacağım.
Neden? 26. bölüm, 5. ayete bakalım:
5 “Çünkü İbrahim sözümü dinledi. Uyarılarıma, buyruklarıma, kurallarıma, yasalarıma bağlı kaldı.”
Allah, İbrahim’e bu vaatleri onun Allah’ın yasalarını bildiği için değil, bunlara itaat ettiği için vermişti. Başka bir deyişle, vaat bilgiden ziyade eylemlere dayalıydı. Bildiğimiz kadarıyla, Allah’ın yasaları, emirleri ve kuralları İbrahim’in zamanında yazılı değildi. Fakat Allah’ın tıpkı Adem ve Havva’yla konuştuğu gibi İbrahim’le de konuştuğunu ve beklentilerini açıkladığını biliyoruz. Peki ya İsrailliler? Onların Allah’ın yasası, kuralları ve emirlerine ilişkin bilgileri neydi?
Önceki derslerde gördüğümüz bilgilerden anlaşıldığı kadarıyla, bilgilerinin asgarî düzeyde olduğunu varsayabiliriz. Mısır’dan çıktıkları zaman 400 yıldır köleydiler. Sanat, felsefe ya da derin dinsel düşünceler için zamanları yoktu. Yalnızca hayatta kalmaya çalışıyorlardı. Bu nedenle Allah’ın onlara hatırlatması önemliydi. Onları Firavun’dan kurtardıktan hemen sonra ve yolculuklarına devam etmeden önce, İbrahim’in antlaşmasını onlarla yeniden tesis etmek istedi. Fakat öncelikle, Allah’ın atalarıyla yapmış olduğu antlaşmanın sorumluluğunu anlamaları gerekiyordu. Tıpkı Muharrem’in sözleşmesiz kiracı istemediği gibi, Allah da kuralları olmayan bir ilişki istemiyordu.
Mısır’dan Çıkış kitapçığında Allah’ın İsrailliler’le yaptığı antlaşmayı okuyabiliriz. Antlaşmanın koşullarını okumadan önce, bu antlaşmayı nasıl yaptıklarını okuyalım. 19. bölüm, 3–6 ayetlerinden başlayalım:
3 Musa Tanrı’nın huzuruna çıktı. RAB dağdan kendisine seslendi: “Yakup soyuna, İsrail halkına şöyle diyeceksin: 4 Mısırlılara ne yaptığımı, sizi nasıl kartal kanatları üzerinde taşıyarak yanıma getirdiğimi gördünüz. 5 Şimdi sözümü dikkatle dinler, antlaşmama uyarsanız, bütün uluslar içinde öz halkım olursunuz. Çünkü yeryüzünün tümü benimdir. 6 Siz Benim için kâhinler15 krallığı, kutsal ulus olacaksınız. İsrailliler’e böyle söyleyeceksin.”
İsrailliler Kızıldeniz’in doğu kıyılarından ayrılmış, Sina yarımada- sının dağlık bölgesine girmişlerdi. Konakladıkları sırada, Allah bir dağın zirvesinden Musa’yla konuştu. Kesin olarak bilmesek de, bazı araştırmacılar Musa’nın İsrailliler’i yanan çalıyı gördüğü dağa getirdiğine inanıyor. Her durumda, Allah yasalarını ve antlaşmanın koşullarını bu dağda açıklayacaktı.
Allah onlardan, O’nun kendileri için yaptıklarını hatırlamalarını, O’na güvenmelerini ve itaat etmelerini istiyordu. Bu şeyleri yapabilirlerse, O’nun özel halkı olacaklardı. Antlaşmada İsrail- liler’den bir rahipler16 ulusu olmalarının bekleniyor olması önemli bir ayrıntı. Rahiplerin, başka insanlara kılavuzluk eden ve Allah hakkında bilgi veren kutsal insanlar olmaları gerekir. Allah’ın İsrailliler’den tüm uluslara O’nun hakkında bilgi vermesini istediği anlaşılıyor. Allah, İbrahim’in soyunun tüm uluslara bereket olacağını söylerken kastettiği bu muydu? 10. ayetten devam edelim:
10 RAB Musa’ya, “Git, bugün ve yarın halkı arındır” dedi, “Giysilerini yıkasınlar.”
Allah kutsaldır, dolayısıyla İsrailliler ile bir antlaşma yapmadan önce onların temiz olmalarını istedi. Kendilerini temizlemeleri eylemi, onlara Allah’ın paklığına nispetle kendi kirliliklerini hatırlatıyordu. Aynı zamanda O’nun onlardan kutsal yaşamlar sürmeleri beklentisini hatırlatıyordu. Onlar, dünyanın geri kalanına O’nun temsilcisi olacaklardı. Birazdan göreceğimiz gibi, Allah kutsallığı emirleri aracılığıyla açıklayacaktı. Şimdi 18–21 ayetlerini okuyabiliriz:
18 Sina Dağı’nın her yanından duman tütüyordu. Çünkü RAB dağın üstüne ateş içinde inmişti. Dağdan ocak dumanı gibi duman çıkıyor, bütün dağ şiddetle sarsılıyordu. 19 Boru sesi gitgide yükselince, Musa konuştu ve Tanrı gökgürlemeleriyle onu yanıtladı. 20 RAB Sina Dağı’nın üzerine indi, Musa’yı dağın tepesine çağırdı. Musa tepeye çıktı. 21 RAB, “Aşağı inip halkı uyar” dedi, “Sakın beni görmek için sınırı geçmesinler, yoksa birçoğu ölür.”
Dehşetli bir sahne olmalı. Halk büyük bir dağın eteklerinde konaklıyor ve bir şey olmasını bekliyordu. Birden dağın zirvesinde bulutlar toplanmaya başladı. Yıldırımlar ve gök gürlemeleri vardı. Bundan sonra Allah’ın duyulabilir sesi Musa’yı dağın zirvesine çağırdı. İnsanlar muhtemelen yere kapanarak Yaratıcı’nın önünde secdeye varmışlardır. Allah onlardan hiçbirinin ölmesini istemiyordu, bu nedenle Musa’ya onların dağa yaklaşmamaları emrini verdi.
Bundan sonra Allah İsrailliler’e antlaşmasının koşullarını, Kendi kutsallık tanımını verdi. Allah’ın sözlerinin tam bir suretini Mısır’dan Çıkış 20. bölüm, 1–21 ayetlerinde okuyabiliriz. 1–11 ayetlerini okuyarak başlayalım:
1 Tanrı şöyle konuştu: 2 “Seni Mısır’dan, köle olduğun ülkeden çıkaran Tanrın RAB benim. 3 Benden başka tanrın olmayacak. 4 Kendine yukarıda gökyüzünde, aşağıda yeryüzünde ya da yeraltındaki sularda yaşayan herhangi bir canlıya benzer put yapmayacaksın. 5 Putların önünde eğilmeyecek, onlara tapmayacaksın. Çünkü ben, Tanrın RAB, kıskanç bir Tanrı’yım. Benden nefret edenin babasının işlediği suçun hesabını çocuklarından, üçüncü, dördüncü kuşaklardan sorarım. 6 Ama beni seven, buyruklarıma uyan binlerce kuşağa17 sevgi gösteririm. 7 Tanrın RAB’bin adını boş yere ağzına almayacaksın. Çünkü RAB, adını boş yere ağzına alanları cezasız bırakmayacaktır. 8 Şabat Günü’nü kutsal sayarak anımsa. 9 Altı gün çalışacak, bütün işlerini yapacaksın. 10 Ama yedinci gün bana, Tanrın RAB’be Şabat Günü olarak adanmıştır. O gün sen, oğlun, kızın, erkek ve kadın kölen, hayvanların, aranızdaki yabancılar dahil, hiçbir iş yapmayacaksınız. 11 Çünkü ben, RAB yeri göğü, denizi ve bütün canlıları altı günde yarattım, yedinci gün dinlendim. Bu yüzden Şabat Günü’nü kutsadım ve kutsal bir gün olarak belirledim.”
İlk dört emirde Allah İsrailliler’e O’nunla nasıl ilişki kuracaklarını açıkladı. O’na saygı, hürmet, sadakat ve sevgi göstermeliydiler. O, onların ibadetinin merkeziydi, zira onları kölelikten kurtarmıştı. Kaderlerinde hayatlarının geri kalanını kölelikle geçirmek vardı, fakat Allah müdahale etti ve onlara özgürlüklerini verdi. Allah’la olan ilişkileri bu kurtarıcılık temeline dayalıydı. Allah’ın evlilikten bile daha kutsal tuttuğu bir ilişki. İsrailliler de bunun karşılığında ilk dört emri tutarak O’nu ne kadar takdir ettiklerini göstereceklerdi. Bizim için de durum farklı değildir; Allah bizim de korkudan, şüpheden ve günahtan özgür olmamızı ister. Aynı ilişkiyi bizimle de kurmak ister! Peki sonraki altı emirde ne söyleniyor? 12–17 ayetlerine bakalım:
12 “Annene babana saygı göster. Öyle ki, Tanrın RAB’bin sana vereceği ülkede ömrün uzun olsun. 13 Adam öldürmeyeceksin. 14 Zina etmeyeceksin. 15 Çalmayacaksın. 16 Komşuna karşı yalan yere tanıklık etmeyeceksin. 17 Komşunun evine, karısına, erkek ve kadın kölesine, öküzüne, eşeğine, hiçbir şeyine göz dikmeyeceksin.”
Burada Allah İsrailliler’e diğer insanlarla nasıl ilişki kurmaları gerektiğini açıklıyor. Öncelikle ve en önemlisi, bu gezegendeki insanlar Allah’ın sahipliğindedir, çünkü onları O yarattı. Onlara, mallarına, kişiliklerine ve başkalarıyla olan ilişkilerine saygı göstermeleri gerekiyordu. Ayrıca, Allah’la olan ilişkimizde bu kuralların bizi de bağladığını unutmayalım.
Onuncu emirde çok ilginç bir şey görüyoruz. Bu emir eylemle sınırlı değil. Göz dikme, gerçekte kalpte ve akılda başlıyor. Bir insanın varlıklarını, ancak onları kıskandıktan sonra almak isteriz. Üstelik, aynı şeyi hırsızlık, cinayet, yalan ve zina için de söyleyebilirsiniz. Günah gerçekte bir düşünce ile başlar. Kısacası, Allah’ın emirlerini tutmanın yalnızca dışa yansıyan davranışlarla ilgili olmadığını görüyoruz. Aksine, davranışımız içsel bir ilkeye göre yaşamamızın sonucudur. Allah’ın yasasının kalplerimizde olması ilkesi. On emri tek bir cümlede özetleyeceğimiz söylenebilir. Allah’ı sev ve komşunu sev. Bu bir ilişki için harika bir temel, değil mi! 18–21 ayetleriyle bitirelim:
18 Halk gök gürlemelerini, boru sesini duyup şimşekleri ve dağın başındaki dumanı görünce korkudan titremeye başladı. Uzakta durarak 19 Musa’ya, “Bizimle sen konuş, dinleyelim” dediler, “Ama Tanrı konuşmasın, yoksa ölürüz.” 20 Musa, “Korkmayın!” diye karşılık verdi, “Tanrı sizi denemek için geldi; Tanrı korkusu üzerinizde olsun, günah işlemeyesiniz diye.” 21 Musa Tanrı’nın içinde bulunduğu koyu karanlığa yaklaşırken halk uzakta durdu.
Musa’nın halka korkmamalarını, ayrıca günah işlememeleri için Allah korkusunun insanların üzerinde olmasını söylediğine dikkat edin. Aynı anda nasıl hem korkmayıp, hem de Allah korkusunu üzerlerinde bulundurabilirlerdi ki? Allah’ın emirlerine karşı gelmedikleri sürece, O’ndan korkmalarına gerek yoktu. Başka bir deyişle, Allah’ın standardına uygun yaşadıkları sürece, O’nun beklentilerini karşıladıkları sürece, ilişki sağlam kalacaktı. Allah, ilişkilerini Kendi yasasının tutulmasına göre değerlendirecekti.
İlişkilerin saygı ve sevgi ilkelerine dayalı olmasının önemini görmek için başka bir örneğe bakalım.
Gülşah 13 yaşındaydı. Babasını hiç tanımamıştı. O doğduktan kısa bir süre sonra annesini terk etmişti. Annesi onun kumarbaz ve ayyaş olduğunu söylüyordu. Gülşah’ın annesi çoğunlukla parasız kalıyor ve sık sık, nereye gittiğini söylemeden, kimi zaman günlerce ortadan kayboluyordu. Sonunda devlet duruma el koydu ve Gülşah’ın vesayetini büyükannesine verdi. Gülşah mutsuz ve isyankârdı. Büyükannesine ilk kez geldiğinde, ona büyükannesi ile büyükbabasının ellerini öpmenin uygun olacağı söylendi. Bunu yapmak istemedi.
“Hayatımda hiç kimsenin elini öpmedim” dedi. “Neden şimdi yapayım ki?”
Büyükannesi ona şunları söyledi:
“Gülşah, her toplumda yaşlılara saygı göstermenin yolları vardır. Bu kültürden kültüre değişebilir. Hatta aynı topluluktaki aileler arasında bile değişiklik gösterebilir. Belki bunu kendi evinde hiç yapmıyordun. Fakat artık burada yaşıyorsun ve bunlar bizim evimizin kuralları.”
Hoşumuza gitse de, gitmese de, kabul etsek de, etmesek de, Allah’ın evreninde, yani bir bakıma Allah’ın evinde yaşıyoruz. Başka bir ev yok. “Allah’ın evi”nde yaşamaya devam etmek istiyorsak, O’nun “evi”nin antlaşması, yani kurallarını kabul etmeliyiz. Yaşam kuralları, Allah’ın “evi”nin kuralları, Allah’ın Adem’e, Nuh’a, İbrahim’e, İshak’a ve Yakup’a (sözlü olarak) verdiği emirler, yasalar ve kurallardır. İsrailliler Allah’ın yasalarına ilişkin bilgileri unuttuklarından, Allah onlara Kendi antlaşmasının koşullarını yazılı olarak verdi. O noktadan itibaren, kendilerinden beklenenleri, Allah ile ilişkilerinin hangi temel üzerine kurulduğunu ve bu ilişkinin nasıl sürdürüleceğini bileceklerdi. On Emir, insanlık için Allah’ın “evi”nin kurallarıdır. Allah her birimizi yargıladığında, bizi neye göre yargılayacak? Bizi, İbrahim ve onun soyundan gelenlere sonsuz bir antlaşma olarak verdiği yaşam kurallarına göre yargılamayacak mı? Yanıt, evet!
Tartışma Soruları
1. Allah ile ilişkinizde, On Emri ilişkinizi düzenleyen kurallar olarak düşündünüz mü? Allah’ın sizinle yaptığı kira
kontratına uygun olarak yaşıyor musunuz?
2. On emir, kalpten kaynaklanan bir günaha işaret etmektedir. Diğer Emirlerin kalpten kaynaklanan bir günahla ilgili
olduğunu düşünüyor musunuz?
3. Allah sizi şu anda On Emre göre yargılasaydı, O’nun “evi”nde kalabilir miydiniz?
4. Mısır’dan Çıkış 20. bölümde yer alan On Emri tekrar okuyun. Onları birden ona kadar numaralandırın ve hayat, aile
ve toplum için değerleri üzerinde düşünün.
15 “Kâhin”: Tanrı ile insanlar arasında aracılık yapan ve Tanrı’ya kurban sunmak gibi dinsel işlerle uğraşan görevli. Kâhinin büyücülük, falcılık, sihirbazlık, gaipten haber vermek gibi işlerle uğraşması söz konusu değildi. Bu uygulamalar Yasa 18:9–14 ayetlerinde yasaklanmıştır.
16 “Rahip” olarak ifade ettiğim kavram, Kutsal Kitap’ın Türkçe çeviri- sinde “kâhin” olarak geçiyor. Kâhin kelimesinin dilimizde taşıdığı olumsuz anlamdan dolayı, derslerde rahip kelimesini kullanıyorum. Ayrıntılı bilgi için “Avram Melkizedek’i Şere endiriyor” adlı dersteki dipnota bakın. (Bazı Hıristiyan mezheplerinde “rahip” ya da “papaz” olarak bilinen görevlerin kökeni de İbraniler’in bu kavramına dayalı olmasına rağmen, derslerde kastedilenler Hristiyan rahipler değil, yalnızca İsrail tapınağında görevli olan rahipler).
17 “Kuşağa” ya da “Kişiye”.
Muharrem’in kasabanın bir kenar mahallesinde küçük bir apartmanı vardı. Binanın olduğu mahalle eskiden köydü. Zamanla köy kentin içine kaynamıştı ve yavaş yavaş eski köy evlerinin yerini büyük apartmanlar almıştı.
Muharrem, acı verici deneyimlerle ev sahibi olmayı öğreniyordu. Bir keresinde dairelerinden birini Yaşar adlı bir adama kira sözleşmesi yapmadan kiralamıştı. Bir yat belirledikten sonra yalnızca el sıkıştılar. Yaşar ile karısının aylık 400 liraya dairede oturması için prensipte anlaştılar.
Üç daireli bir apartmanda kapıcıya gerek yoktu, ancak 25 liralık cüzî bir aylık bakım masrafı vardı. Fakat elektrik faturasını kimin ödeyeceği sorun oldu. Muharrem’in binasında tüm elektrik bir saate bağlıydı ve dairelerin saatlerini ayırmak için para ödemek istemiyordu. Zamandan ve paradan tasarruf etmek için düşündü,
“Elektriği ben ödeyip, kirayı ayda 400’den 450’ye arttıracağım. İki insanın o kadar fazla elektrik kullanacağını tahmin etmiyorum.”
Fakat iki hafta sonra Yaşar kızının, damadının ve iki küçük çocuklarının da yanına taşınmalarına izin verdi. Muharrem elektriği çok kullanacaklarından korkarak, Yaşar’la konuştu.
Muharrem, “Yaşar Bey, su ve elektrik faturaları yükseliyor. Dairenin kirasında anlaşırken yalnızca sen ve karın vardı. Masra arı karşılamak için kiranızı arttırmam gerekiyor” dedi.
Yaşar “Hayatta olmaz” dedi. “Ücret daire içindi, evde oturan kişi sayısı için değil. Kirayı arttırmayacağım.”
“Yaşar Bey, kirayı arttırmazsanız mahkemeye gitmek zorunda kalırız.”
“Öyle olsun, hakime anlatırız” yanıtını verdi.
Sonunda konu hakimin önüne geldi, fakat ortada sözleşme olmadığından hakimin Muharrem için yapabileceği bir şey yoktu. Muharrem’in Yaşar’ı ve ailesini daireden çıkartabilmesinin tek yolu, kendi çocuklarının oraya taşınmasını sağlamaktı. Yani, kendi çocuklarının başka kalacak yeri olmaması durumunda. Fakat bu hiçbir zaman gerçekleşmedi, ve yıllar geçtikçe Muharrem pek çok para kaybetti.
Bir gün Muharrem kirayı almak için Yaşar’ın evine gitti. Kirayı çoğu zaman geciktiriyor, kimi zaman ise hiç ödemiyordu. Durum Muharrem için gitgide dayanılmaz bir hal alıyordu ve ne yapacağını bilemiyordu. Muharrem eve geldiğinde kapıya vurdu ve kapı gıcırdayarak açıldı. Bu durumu tuhaf buldu ve eve girdi.
“Merhaba, Yaşar, burada mısın?” diye seslendi.
Ancak yanıt gelmedi. Bunun yerine, genzini yakan pis bir kokuyla karşılaştı. Oturma odası boştu, yer çürümüş yiyeceklerle ve bebek bezleriyle dolu plastik poşetlerle kaplıydı. Aceleyle ayrıldıkları belli oluyordu. Muharrem burnunu gömleğiyle tıkayarak mutfağa girdi. Dolap kapaklarından bazıları yerde, bazıları da menteşeleri kırıldığından yamuk bir halde asılı duruyordu. Suyu açık bırakmışlardı, tahliye borusu sızdırıyordu. Muharrem uzun zamandan beri su aktığını anladı, zira alttaki dolap suyla dolmuş ve çürümeye başlamıştı.
Muharrem kendi kendine şöyle dedi:
“İnsanlar nasıl böyle yaşayabilir? Katlandığım onca şeyden sonra, işte böyle sona eriyor. Pis hayvanlar!”
Muharrem daireyi eski haline getirebilmek için iki ay ve binlerce lira harcadı. Fakat Muharrem pek çok şey öğrendi. En önemlisi, artık hiçbir zaman yalnızca el sıkışarak antlaşma yapmayacaktı. Hiçbir yanlış anlaşılma olmaması için her şeyi bir bir sözleşmeye yazdıracaktı. Bundan sonra sorun olursa, en azından mahkemeye gidip kiracıyı çıkartabilirdi. Muharrem için sözleşme hem saçma, hem de gerekliydi. Kiracı düzgün bir insan gibi davranırsa, sözleşmeye hiç gerek yoktu. Fakat sözleşmenin gerekli olmasının nedeni, bazı insanların gerektiği şekilde davranmamaları ve yanlışlarına karşı konulduğunda bunu inkâr etmeleri. Kesin bir şey vardı ki, Muharrem bundan sonra dairesini yazılı sözleşme olmadan kesinlikle kiraya veremezdi. Kiracının, kendisinin beklentilerini ilk günden itibaren bilmesini istiyordu.
Tüm ilişkiler beklentiler üzerine kuruludur. Kimi zaman bu ilişkiler, her zaman yazılı olmayan toplum kurallarıyla düzenlenir. Bunlar, gelenekler ve ihtiyarların öğretişleri yoluyla nesilden nesile aktarılır. Çocuklar kendilerinden beklenenleri anne–babalarından ve büyükanne–büyükbabalarından öğrenirler. İlişkiler ayrıca, evlilikte olduğu gibi, yeminler ile de korunabilir. İki kişinin birbirlerini iyi günde ve kötü günde sevmeleri beklentisi yeminde ifade edilir. Diğer durumlarda, örneğin ev sahibi ve kiracı ilişkisinde, her bir tarafın beklentileri yazılı bir belgede dikkatle açıklanmalıdır.
Allah, yazmamış olmasına rağmen, Adem ile Havva’ya iyiyi ve kötüyü bilme ağacından yiyemeyeceklerini söylediğinde, beklentilerini açıkça belli etmişti. Tüm insanlık için çok yazık ki, O’nun beklentisini karşılayamadılar. Fakat Allah onlara merhametiyle sabırlı davrandı ve soylarından gelenlere Kendi talimatlarını uygulamaları için sürekli olarak ilave fırsatlar verdi. Hatırlarsanız, Allah İbrahim ile bir antlaşma yapıp, ona bazı şeyler vaat etmişti. Bunları gözden geçirdiğimizde, İbrahim’in yerine getirdiği beklenti ya da anlaşmaya bakalım. Yaratılış 12. bölüm, 2. ve 3. ayetlerden başlayabiliriz:
2 “Seni büyük bir ulus yapacağım, seni kutsayacak, sana ün kazandıracağım, bereket kaynağı olacaksın. 3 Seni kutsayanları kutsayacak, seni lanetleyeni lanetleyeceğim. Yeryüzündeki bütün halklar senin aracılığınla kutsanacak.”
Allah daha sonra bu vaadi 22. bölüm 18. ayette belirtildiği şekilde tekrarlayarak, bunun İbrahim’in kendisine itaat ettiği için olduğunu ekledi:
18 “Soyunun aracılığıyla yeryüzündeki bütün uluslar kutsanacak. Çünkü sözümü dinledin.”
Fakat Allah’ın vaadi İbrahim’le sınırlı değildi, soyundan gelenler için de geçerliydi. Bunu son iki örnekte göremediyseniz, Yaratılış 17. bölüm 7. ayeti okuyalım:
7 Antlaşmamı seninle ve soyunla kuşaklar boyunca, sonsuza dek sürdüreceğim. Senin, senden sonra da soyunun Tanrısı olacağım.
Neden? 26. bölüm, 5. ayete bakalım:
5 “Çünkü İbrahim sözümü dinledi. Uyarılarıma, buyruklarıma, kurallarıma, yasalarıma bağlı kaldı.”
Allah, İbrahim’e bu vaatleri onun Allah’ın yasalarını bildiği için değil, bunlara itaat ettiği için vermişti. Başka bir deyişle, vaat bilgiden ziyade eylemlere dayalıydı. Bildiğimiz kadarıyla, Allah’ın yasaları, emirleri ve kuralları İbrahim’in zamanında yazılı değildi. Fakat Allah’ın tıpkı Adem ve Havva’yla konuştuğu gibi İbrahim’le de konuştuğunu ve beklentilerini açıkladığını biliyoruz. Peki ya İsrailliler? Onların Allah’ın yasası, kuralları ve emirlerine ilişkin bilgileri neydi?
Önceki derslerde gördüğümüz bilgilerden anlaşıldığı kadarıyla, bilgilerinin asgarî düzeyde olduğunu varsayabiliriz. Mısır’dan çıktıkları zaman 400 yıldır köleydiler. Sanat, felsefe ya da derin dinsel düşünceler için zamanları yoktu. Yalnızca hayatta kalmaya çalışıyorlardı. Bu nedenle Allah’ın onlara hatırlatması önemliydi. Onları Firavun’dan kurtardıktan hemen sonra ve yolculuklarına devam etmeden önce, İbrahim’in antlaşmasını onlarla yeniden tesis etmek istedi. Fakat öncelikle, Allah’ın atalarıyla yapmış olduğu antlaşmanın sorumluluğunu anlamaları gerekiyordu. Tıpkı Muharrem’in sözleşmesiz kiracı istemediği gibi, Allah da kuralları olmayan bir ilişki istemiyordu.
Mısır’dan Çıkış kitapçığında Allah’ın İsrailliler’le yaptığı antlaşmayı okuyabiliriz. Antlaşmanın koşullarını okumadan önce, bu antlaşmayı nasıl yaptıklarını okuyalım. 19. bölüm, 3–6 ayetlerinden başlayalım:
3 Musa Tanrı’nın huzuruna çıktı. RAB dağdan kendisine seslendi: “Yakup soyuna, İsrail halkına şöyle diyeceksin: 4 Mısırlılara ne yaptığımı, sizi nasıl kartal kanatları üzerinde taşıyarak yanıma getirdiğimi gördünüz. 5 Şimdi sözümü dikkatle dinler, antlaşmama uyarsanız, bütün uluslar içinde öz halkım olursunuz. Çünkü yeryüzünün tümü benimdir. 6 Siz Benim için kâhinler15 krallığı, kutsal ulus olacaksınız. İsrailliler’e böyle söyleyeceksin.”
İsrailliler Kızıldeniz’in doğu kıyılarından ayrılmış, Sina yarımada- sının dağlık bölgesine girmişlerdi. Konakladıkları sırada, Allah bir dağın zirvesinden Musa’yla konuştu. Kesin olarak bilmesek de, bazı araştırmacılar Musa’nın İsrailliler’i yanan çalıyı gördüğü dağa getirdiğine inanıyor. Her durumda, Allah yasalarını ve antlaşmanın koşullarını bu dağda açıklayacaktı.
Allah onlardan, O’nun kendileri için yaptıklarını hatırlamalarını, O’na güvenmelerini ve itaat etmelerini istiyordu. Bu şeyleri yapabilirlerse, O’nun özel halkı olacaklardı. Antlaşmada İsrail- liler’den bir rahipler16 ulusu olmalarının bekleniyor olması önemli bir ayrıntı. Rahiplerin, başka insanlara kılavuzluk eden ve Allah hakkında bilgi veren kutsal insanlar olmaları gerekir. Allah’ın İsrailliler’den tüm uluslara O’nun hakkında bilgi vermesini istediği anlaşılıyor. Allah, İbrahim’in soyunun tüm uluslara bereket olacağını söylerken kastettiği bu muydu? 10. ayetten devam edelim:
10 RAB Musa’ya, “Git, bugün ve yarın halkı arındır” dedi, “Giysilerini yıkasınlar.”
Allah kutsaldır, dolayısıyla İsrailliler ile bir antlaşma yapmadan önce onların temiz olmalarını istedi. Kendilerini temizlemeleri eylemi, onlara Allah’ın paklığına nispetle kendi kirliliklerini hatırlatıyordu. Aynı zamanda O’nun onlardan kutsal yaşamlar sürmeleri beklentisini hatırlatıyordu. Onlar, dünyanın geri kalanına O’nun temsilcisi olacaklardı. Birazdan göreceğimiz gibi, Allah kutsallığı emirleri aracılığıyla açıklayacaktı. Şimdi 18–21 ayetlerini okuyabiliriz:
18 Sina Dağı’nın her yanından duman tütüyordu. Çünkü RAB dağın üstüne ateş içinde inmişti. Dağdan ocak dumanı gibi duman çıkıyor, bütün dağ şiddetle sarsılıyordu. 19 Boru sesi gitgide yükselince, Musa konuştu ve Tanrı gökgürlemeleriyle onu yanıtladı. 20 RAB Sina Dağı’nın üzerine indi, Musa’yı dağın tepesine çağırdı. Musa tepeye çıktı. 21 RAB, “Aşağı inip halkı uyar” dedi, “Sakın beni görmek için sınırı geçmesinler, yoksa birçoğu ölür.”
Dehşetli bir sahne olmalı. Halk büyük bir dağın eteklerinde konaklıyor ve bir şey olmasını bekliyordu. Birden dağın zirvesinde bulutlar toplanmaya başladı. Yıldırımlar ve gök gürlemeleri vardı. Bundan sonra Allah’ın duyulabilir sesi Musa’yı dağın zirvesine çağırdı. İnsanlar muhtemelen yere kapanarak Yaratıcı’nın önünde secdeye varmışlardır. Allah onlardan hiçbirinin ölmesini istemiyordu, bu nedenle Musa’ya onların dağa yaklaşmamaları emrini verdi.
Bundan sonra Allah İsrailliler’e antlaşmasının koşullarını, Kendi kutsallık tanımını verdi. Allah’ın sözlerinin tam bir suretini Mısır’dan Çıkış 20. bölüm, 1–21 ayetlerinde okuyabiliriz. 1–11 ayetlerini okuyarak başlayalım:
1 Tanrı şöyle konuştu: 2 “Seni Mısır’dan, köle olduğun ülkeden çıkaran Tanrın RAB benim. 3 Benden başka tanrın olmayacak. 4 Kendine yukarıda gökyüzünde, aşağıda yeryüzünde ya da yeraltındaki sularda yaşayan herhangi bir canlıya benzer put yapmayacaksın. 5 Putların önünde eğilmeyecek, onlara tapmayacaksın. Çünkü ben, Tanrın RAB, kıskanç bir Tanrı’yım. Benden nefret edenin babasının işlediği suçun hesabını çocuklarından, üçüncü, dördüncü kuşaklardan sorarım. 6 Ama beni seven, buyruklarıma uyan binlerce kuşağa17 sevgi gösteririm. 7 Tanrın RAB’bin adını boş yere ağzına almayacaksın. Çünkü RAB, adını boş yere ağzına alanları cezasız bırakmayacaktır. 8 Şabat Günü’nü kutsal sayarak anımsa. 9 Altı gün çalışacak, bütün işlerini yapacaksın. 10 Ama yedinci gün bana, Tanrın RAB’be Şabat Günü olarak adanmıştır. O gün sen, oğlun, kızın, erkek ve kadın kölen, hayvanların, aranızdaki yabancılar dahil, hiçbir iş yapmayacaksınız. 11 Çünkü ben, RAB yeri göğü, denizi ve bütün canlıları altı günde yarattım, yedinci gün dinlendim. Bu yüzden Şabat Günü’nü kutsadım ve kutsal bir gün olarak belirledim.”
İlk dört emirde Allah İsrailliler’e O’nunla nasıl ilişki kuracaklarını açıkladı. O’na saygı, hürmet, sadakat ve sevgi göstermeliydiler. O, onların ibadetinin merkeziydi, zira onları kölelikten kurtarmıştı. Kaderlerinde hayatlarının geri kalanını kölelikle geçirmek vardı, fakat Allah müdahale etti ve onlara özgürlüklerini verdi. Allah’la olan ilişkileri bu kurtarıcılık temeline dayalıydı. Allah’ın evlilikten bile daha kutsal tuttuğu bir ilişki. İsrailliler de bunun karşılığında ilk dört emri tutarak O’nu ne kadar takdir ettiklerini göstereceklerdi. Bizim için de durum farklı değildir; Allah bizim de korkudan, şüpheden ve günahtan özgür olmamızı ister. Aynı ilişkiyi bizimle de kurmak ister! Peki sonraki altı emirde ne söyleniyor? 12–17 ayetlerine bakalım:
12 “Annene babana saygı göster. Öyle ki, Tanrın RAB’bin sana vereceği ülkede ömrün uzun olsun. 13 Adam öldürmeyeceksin. 14 Zina etmeyeceksin. 15 Çalmayacaksın. 16 Komşuna karşı yalan yere tanıklık etmeyeceksin. 17 Komşunun evine, karısına, erkek ve kadın kölesine, öküzüne, eşeğine, hiçbir şeyine göz dikmeyeceksin.”
Burada Allah İsrailliler’e diğer insanlarla nasıl ilişki kurmaları gerektiğini açıklıyor. Öncelikle ve en önemlisi, bu gezegendeki insanlar Allah’ın sahipliğindedir, çünkü onları O yarattı. Onlara, mallarına, kişiliklerine ve başkalarıyla olan ilişkilerine saygı göstermeleri gerekiyordu. Ayrıca, Allah’la olan ilişkimizde bu kuralların bizi de bağladığını unutmayalım.
Onuncu emirde çok ilginç bir şey görüyoruz. Bu emir eylemle sınırlı değil. Göz dikme, gerçekte kalpte ve akılda başlıyor. Bir insanın varlıklarını, ancak onları kıskandıktan sonra almak isteriz. Üstelik, aynı şeyi hırsızlık, cinayet, yalan ve zina için de söyleyebilirsiniz. Günah gerçekte bir düşünce ile başlar. Kısacası, Allah’ın emirlerini tutmanın yalnızca dışa yansıyan davranışlarla ilgili olmadığını görüyoruz. Aksine, davranışımız içsel bir ilkeye göre yaşamamızın sonucudur. Allah’ın yasasının kalplerimizde olması ilkesi. On emri tek bir cümlede özetleyeceğimiz söylenebilir. Allah’ı sev ve komşunu sev. Bu bir ilişki için harika bir temel, değil mi! 18–21 ayetleriyle bitirelim:
18 Halk gök gürlemelerini, boru sesini duyup şimşekleri ve dağın başındaki dumanı görünce korkudan titremeye başladı. Uzakta durarak 19 Musa’ya, “Bizimle sen konuş, dinleyelim” dediler, “Ama Tanrı konuşmasın, yoksa ölürüz.” 20 Musa, “Korkmayın!” diye karşılık verdi, “Tanrı sizi denemek için geldi; Tanrı korkusu üzerinizde olsun, günah işlemeyesiniz diye.” 21 Musa Tanrı’nın içinde bulunduğu koyu karanlığa yaklaşırken halk uzakta durdu.
Musa’nın halka korkmamalarını, ayrıca günah işlememeleri için Allah korkusunun insanların üzerinde olmasını söylediğine dikkat edin. Aynı anda nasıl hem korkmayıp, hem de Allah korkusunu üzerlerinde bulundurabilirlerdi ki? Allah’ın emirlerine karşı gelmedikleri sürece, O’ndan korkmalarına gerek yoktu. Başka bir deyişle, Allah’ın standardına uygun yaşadıkları sürece, O’nun beklentilerini karşıladıkları sürece, ilişki sağlam kalacaktı. Allah, ilişkilerini Kendi yasasının tutulmasına göre değerlendirecekti.
İlişkilerin saygı ve sevgi ilkelerine dayalı olmasının önemini görmek için başka bir örneğe bakalım.
Gülşah 13 yaşındaydı. Babasını hiç tanımamıştı. O doğduktan kısa bir süre sonra annesini terk etmişti. Annesi onun kumarbaz ve ayyaş olduğunu söylüyordu. Gülşah’ın annesi çoğunlukla parasız kalıyor ve sık sık, nereye gittiğini söylemeden, kimi zaman günlerce ortadan kayboluyordu. Sonunda devlet duruma el koydu ve Gülşah’ın vesayetini büyükannesine verdi. Gülşah mutsuz ve isyankârdı. Büyükannesine ilk kez geldiğinde, ona büyükannesi ile büyükbabasının ellerini öpmenin uygun olacağı söylendi. Bunu yapmak istemedi.
“Hayatımda hiç kimsenin elini öpmedim” dedi. “Neden şimdi yapayım ki?”
Büyükannesi ona şunları söyledi:
“Gülşah, her toplumda yaşlılara saygı göstermenin yolları vardır. Bu kültürden kültüre değişebilir. Hatta aynı topluluktaki aileler arasında bile değişiklik gösterebilir. Belki bunu kendi evinde hiç yapmıyordun. Fakat artık burada yaşıyorsun ve bunlar bizim evimizin kuralları.”
Hoşumuza gitse de, gitmese de, kabul etsek de, etmesek de, Allah’ın evreninde, yani bir bakıma Allah’ın evinde yaşıyoruz. Başka bir ev yok. “Allah’ın evi”nde yaşamaya devam etmek istiyorsak, O’nun “evi”nin antlaşması, yani kurallarını kabul etmeliyiz. Yaşam kuralları, Allah’ın “evi”nin kuralları, Allah’ın Adem’e, Nuh’a, İbrahim’e, İshak’a ve Yakup’a (sözlü olarak) verdiği emirler, yasalar ve kurallardır. İsrailliler Allah’ın yasalarına ilişkin bilgileri unuttuklarından, Allah onlara Kendi antlaşmasının koşullarını yazılı olarak verdi. O noktadan itibaren, kendilerinden beklenenleri, Allah ile ilişkilerinin hangi temel üzerine kurulduğunu ve bu ilişkinin nasıl sürdürüleceğini bileceklerdi. On Emir, insanlık için Allah’ın “evi”nin kurallarıdır. Allah her birimizi yargıladığında, bizi neye göre yargılayacak? Bizi, İbrahim ve onun soyundan gelenlere sonsuz bir antlaşma olarak verdiği yaşam kurallarına göre yargılamayacak mı? Yanıt, evet!
Tartışma Soruları
1. Allah ile ilişkinizde, On Emri ilişkinizi düzenleyen kurallar olarak düşündünüz mü? Allah’ın sizinle yaptığı kira
kontratına uygun olarak yaşıyor musunuz?
2. On emir, kalpten kaynaklanan bir günaha işaret etmektedir. Diğer Emirlerin kalpten kaynaklanan bir günahla ilgili
olduğunu düşünüyor musunuz?
3. Allah sizi şu anda On Emre göre yargılasaydı, O’nun “evi”nde kalabilir miydiniz?
4. Mısır’dan Çıkış 20. bölümde yer alan On Emri tekrar okuyun. Onları birden ona kadar numaralandırın ve hayat, aile
ve toplum için değerleri üzerinde düşünün.
15 “Kâhin”: Tanrı ile insanlar arasında aracılık yapan ve Tanrı’ya kurban sunmak gibi dinsel işlerle uğraşan görevli. Kâhinin büyücülük, falcılık, sihirbazlık, gaipten haber vermek gibi işlerle uğraşması söz konusu değildi. Bu uygulamalar Yasa 18:9–14 ayetlerinde yasaklanmıştır.
16 “Rahip” olarak ifade ettiğim kavram, Kutsal Kitap’ın Türkçe çeviri- sinde “kâhin” olarak geçiyor. Kâhin kelimesinin dilimizde taşıdığı olumsuz anlamdan dolayı, derslerde rahip kelimesini kullanıyorum. Ayrıntılı bilgi için “Avram Melkizedek’i Şere endiriyor” adlı dersteki dipnota bakın. (Bazı Hıristiyan mezheplerinde “rahip” ya da “papaz” olarak bilinen görevlerin kökeni de İbraniler’in bu kavramına dayalı olmasına rağmen, derslerde kastedilenler Hristiyan rahipler değil, yalnızca İsrail tapınağında görevli olan rahipler).
17 “Kuşağa” ya da “Kişiye”.