Allah zamanı aşar ve onu Kendi ellerinde tutar. Biz insanlar ise zamana tabiyiz. Hoşumuza gitse de, gitmese de, doğarız ve ölürüz. Sabah geçer ve akşam olur, gençlik doğan güneşin buharlaştırdığı sabah sisi gibi yok olur ve yaşlılık sonbahar gibi gelir. Evet, insanlar zamanı hızlandıramaz ve yavaşlatamaz. Üzerinde hiçbir kontrolümüz yoktur.
Bu nedenle, pek çok insan geçmişin sıkıntıları ile geleceğin korkuları arasındaki dengeyi, “şimdiki zaman” denilen endişe adasında bulmaya çalışır. Allah’ın ise hiçbir şeyden endişesi ve korkusu yoktur. Bu dersimiz, zamana tabi olmayan Allah’ın, bize yardımcı olmak için zaman baloncuğunun içinde çalışmasıyla ilgili. Hayret verici bir şekilde, Allah bizi sıkıntılardan kurtarmak, günahın cezasından azat etmek ve hayatın yükünü taşımamıza yardımcı olmak için zamanın içine nasıl gireceğini eski peygamberlerinden biri aracılığıyla önceden bildirdi. Bir örnekle başlayalım.
Emre’nin okuldaki ilk yılıydı. Yalnızca yedi yaşındaydı. Bilecik’in bir köşesinde yaşıyordu, burada hayranlık duyduğu babası bir mermer ocağında çalışıyordu.
Emre her gün okuldan eve tek başına yürümek zorundaydı, çünkü annesi küçük kardeşlerine bakıyordu. Okuldan yalnızca bir kilometre ötede yaşıyorlardı, bu mesafe küçük bir çocuk için pek fazla sayılmazdı. Fakat iki yüz metreyi ocaktan dev mermer parçaları taşıyan açık 100 kasalı büyük kamyonların geçtiği asfalt ana yol boyunca yürümek zorundaydı. Kamyonlar hızlıydı, yol dardı ve iki kamyon geçtiğinde yayalara yer kalmıyordu. Emre’nin anne–babası onu sürekli olarak okuldan doğrudan eve gelmesi için uyarıyorlardı. Nazik bir kadın olan annesi, yalnızca değerli oğlunun güvende olduğunu bilmenin huzurunu istiyordu. Emre eve geldiğinde onu öper ve okulda gününü nasıl geçtiğini sorardı. Bundan sonra istediği gibi oynamakta özgür olurdu.
Ne yazık ki Emre’nin eve yolculuğu nadiren annesinin istediği kadar hızlı oluyordu. Aslında, çoğunlukla eve gelmesi saatler sürüyordu! Yolun o kısmındayken, büyük kamyonlardan düşmüş metal ve zincir parçalarını aramayı seviyordu. Emre’nin babası ve annesi onu defalarca uyararak, doğrudan eve gelmesini söylediler. Hatta nazik baba oğluna doğrudan eve gelmediği için dayak bile atmıştı. Ne yazık ki bu sorunu çözemedi. Çocuğun itaatsizliği artıyor ve okuldan gelirken yaptığı başıboş yolculuk devam ediyordu. Annesinin her zaman endişe içinde olduğunu söylemeye gerek yok.
Bir gün anne–babası onu okuldan eve hemen gelmediği takdirde bunun sert sonuçları, farklı sonuçları olacağına dair uyardılar.
Çocuk yine geç geldi. Annesi onu kapıda karşıladı fakat hiçbir şey söylemedi. O akşam yemekte çocuk mutfağa girerek annesinin hazırladığı harika yemeğe baktı. Kısa süre sonra taze fasulye, kızartma et, pilav, nohut ve salata yer sofrasında tabaklara konulmuştu.
Emre oturmak üzereyken annesi köşedeki başka bir tabağa işaret etti. İçinde yarım dilim ekmek ve bir bardak su vardı.
Annesi yumuşak bir sesle “Söz dinlemeyenlerin yeri burası” dedi.
Utanç tabağını işaret ederek Emre’ye oturacağı yeri gösterdi. Çocuk sofranın etrafında toplanan aileye ve tüm yiyeceklere baktı, sonra utanç içinde babasından ve annesinden bakışlarını kaçırdı. Babası sessiz kaldı. Yalnızca, yüzünde kırılmış güvenin işaretleriyle, çocuğa baktı.
Çocuk ezilmişti. Yaptığının yanlış olduğunu biliyordu. Yarım dilim ekmeğe baktı. Sıradan bir günde bir bardak su için şükrederdi. Fakat şimdi, bu şartlar altında, zehir gibiydi. Yüzünden gözyaşları süzülmeye başladı. Anne–babasının emirlerine saygısızlığı sonunda onu yakalamıştı.
Baba, olayın tüm etkisinin Emre’nin içine sinmesini bekledi. Sonra sessizce kalktı, köşeye yürüdü. Sonra Emre’nin elini tuttu, sofradaki Baba yerine oturttu ve eline bir kaşık tutuşturdu. Sonra Emre’nin babası köşeye giderek “söz dinlemeyenlerin tabağı”nın başına oturdu. Yarım dilim ekmeğe bakarken yüksek sesle şöyle dedi:
“Oğlum, senin söz dinlemezliğin tüm aileyi incitiyor.”
Yemek sırasında Emre babasının ekmeği “söz dinlemeyenlerin tabağı”ndan yiyişini seyretti.
Emre yıllar sonra, yetişkin bir insan olarak, o anı şöyle hatırladı:
“O akşam sevgili babamı yalnızca o yarım dilim ekmeği yerken izlediğimde, yemek bana tatlı gelmedi. Pek çok yiyecek vardı. Fakat o yerinde olarak benim olanı yemeyi seçti. Benim hak ettiğim cezaya katlandı. Babam büyük bir adamdı, ocaktaki zorlu çalışma gününün ardından acıkmış ve yorulmuştu. Ve benim eylemlerim onun hayatını daha da zorlaştırdı. O zamandan itibaren” dedi Emre, “annemin sözünü dinledim, çünkü babamı tekrar incitmek istemedim.”
Anne oğluna “adalet” vermişti. Baba ise, çocuğa “lütuf” sağlamak için annenin adaletinin sınırları dahilinde çalışmıştı. Bu öyküden, lütfun Emre’ye babasının açlığı pahasına geldiğini görüyoruz. Bu dersimizde Yeşaya’nın bize sıra dışı bir gizemi açıklayan bazı peygamberlik sözlerine bakacağız. Bu gizem, Allah’tan aldığımız lütfun aynı zamanda bir bedelinin olduğunu, bu bedeli özellikle Allah’ın Kendisi’nin ödediğini görmemize yardımcı olacak.
İlk olarak Yeşaya’nın Allah’ın peygamberi olmaya nasıl çağırıldığını ve onun peygamberliğinin güvenilirliğini değerlendirerek baş- layalım. Aldığı çağırıyı Yeşaya 6. bölüm, 1–7 ayetlerinde okuyabiliriz:
1 Kral Uzziya’nın öldüğü yıl yüce ve görkemli Rab’bi gördüm; tahtta oturuyordu, giysisinin etekleri tapınağı dolduruyordu. 2 Üzerinde Sera ar duruyordu; her birinin altı kanadı vardı; ikisiyle yüzlerini, ikisiyle ayaklarını örtüyor, öbür ikisiyle de uçuyorlardı. 3 Birbirlerine şöyle sesleniyorlardı: “Her Şeye Egemen RAB Kutsal, kutsal, kutsaldır. Yüceliği bütün dünyayı dolduruyor.” 4 Sera ar’ın sesinden kapı söveleriyle eşikler sarsıldı, tapınak dumanla doldu. 5 “Vay başıma! Mahvoldum” dedim, “Çünkü dudakları kirli bir adamım, dudakları kirli bir halkın arasında yaşıyorum. Buna karşın Kral’ı, Her Şeye Egemen RAB’bi gözlerimle gördüm.” 6 Sera ar’dan biri bana doğru uçtu, elinde sunaktan maşayla aldığı bir kor vardı; 7 onunla ağzıma dokunarak, “İşte bu kor dudaklarına değdi, suçun silindi, günahın bağışlandı” dedi.
Allah’ın, peygamberleri çağırmasının başlı başına zamandan bağımsız Kişi’nin nasıl zamanın içine uzandığının ve kader gibi gözüken şeye müdahale ederek onu nasıl değiştirdiğinin bir örneği olması ilginç. O bizi gerçekten izler ve peygamberleri aracılığıyla itaate çağırır. Yeşaya’nın durumunda, Allah yaklaşık M.Ö. 700 yıllarında Yeşaya’ya gider ve onu bir peygamber olmaya çağırır. Fakat peygamber olarak hizmet etmeden önce, Yeşaya’nın günahkârlığının farkına varması ve tövbe etmesi gerekiyordu. Tövbesinden ve temizlenmesinden sonra, Allah Yeşaya’ya bazı hayret verici şeyleri açıklamaya devam etti. Bunlardan ikisini gözden geçirelim.
İlk örnek 2. Krallar 19. bölümden. O zaman Yeruşalim neredeyse 200.000 Asurlu asker tarafından kuşatılmıştı. Durum umutsuz görünüyordu. Fakat Yeşaya dua etmişti ve Allah ona Kendi halkı için mucizevi bir kurtuluş gerçekleştireceğini söylemişti. Nitekim, ertesi sabah gözcü Yeruşalim surlarından dışarı baktığında, “Rabb’in meleği”nin geldiğini ve putperest Asur ordusundan 185.000 kişiyi 103 öldürdüğünü gördüler!
Yeşaya’nın geleceğe dair peygamberlik sözü gerçekleşti, çünkü onu Allah’ın ruhu yönlendiriyordu. Peygamberlik sözlerinden ikincisini okuyalım, bu kez büyük Pers kralı Koreş (Keyhüsrev) hakkında; Yeşaya 45. bölüm, 1. ayette yer alıyor:
1 “RAB meshettiği kişiye, sağ elinden tuttuğu Koreş’e sesleniyor. Uluslara onun önünde baş eğdirecek, kralları silahsızlandıracak, bir daha kapanmayacak kapılar açacak...
İranlılar Koreş’i halen büyük önderleri olarak överler. Bugün de Sart’a gidebilir, eski tapınak harabelerinin yukarısındaki dağa tırmanabilir ve Koreş’in Lidya İmparatorluğu’nu yenilgiye uğrattığı alanda durabilirsiniz. Fakat Yeşaya’nın zamanında Koreş daha doğmamıştı bile! Aslında Koreş ancak Yeşaya’nın ölümünden 160 yıl sonra Babil’i yenilgiye uğratmakla ünlü oldu. Dahası, Yeşaya Koreş’in bunu nasıl yapacağını tam olarak önceden bildirdi. 1760 yılında Mustafa Kemal adında bir adamın gelerek Türkiye’yi yabancı işgalcilerden kurtaracağını belirten bir belge yazılmış olsaydı, bunun ne kadar olağanüstü olacağını düşünün!
Evet, Yeşaya’nın sözleri olağanüstüdür ve o gelecek hakkında pek çok şey söylemiştir. Ve ilk iki örneğimiz ne kadar olağanüstü olsa da, Yeşaya’nın ışık tuttuğu gizemlerin gizemine kıyasla sönük kalmaktadırlar. Yeşaya 1. bölüm, 18. ayette bu sırrın temel metnine bakalım:
18 RAB diyor ki, “Gelin, şimdi davamızı görelim. Günahlarınız sizi kana boyamış bile olsa kar gibi ak pak olacaksınız. Elleriniz kırmız böceği gibi kızıl olsa da yapağı gibi bembeyaz olacak.”
Allah’ın insanın kurtuluşu için onunla iletişim kurması, Kutsal Kitap’ın en muhteşem peygamberlik sözlerinden birinin arka planını hazırlayan temadır. Kayıtlara geçmiş en eski gizemin –Adem ile Havva günah işledikten sonra Allah’ın onlara verdiği ilk vaadin– anlamını çözecek olan bu peygamberlik sözüdür. Allah’ın Yaratılış 3. bölüm, 15. ayette ne dediğini gözden geçirelim. O’nun daha sonra Şeytan olduğunu öğrendiğimiz yılanla konuştuğunu unutmayın.
15 “Seninle kadını, onun soyuyla senin soyunu birbirinize düşman edeceğim. Onun soyu senin başını ezecek, sen onun topuğuna saldıracaksın.”
Temel biyoloji bize tohumun, yani soyun, erkeklerin olduğunu söyler. Öyleyse bu tuhaf ifade, ‘kadının soyu’ ne anlama geliyor? Yeşaya’nın bu gizemin sırrını nasıl açıkladığını görelim. 7. bölüm, 11–14 ayetlerinden okumaya devam edebiliriz:
11 “Tanrın RAB’den bir işaret iste; ölüler diyarı kadar derin, gökler kadar yüksek olsun.” 12 Ama Ahaz, “Hayır, istemem, RAB’bi sınamam” dedi. 13 Bunun üzerine Yeşaya, “Dinleyin, ey Davut’un torunları!” dedi, “İnsanların sabrını taşırmanız yetmezmiş gibi şimdi de Tanrım’ın sabrını mı taşırıyorsunuz? 14 Bundan ötürü Rab’bin kendisi size bir belirti verecek: İşte, kız gebe kalıp bir oğul doğuracak; adını İmmanuel koyacak.”
Bu sırrın ilk açıklaması, bakire bir kızın hamile kalarak bir oğul doğuracak olması! Dahası, bu sıradan bir oğlan çocuğu olmayacak. Adı “Tanrı bizimle” anlamına gelen İmmanuel olacaktı. Başka bir deyişle, bu çocuk o zamana dek doğmuş olan her çocuktan farklı olacaktı, yani dünyasal bir babası olmayacak, bir babanın soyu olmayacaktı. İkinci açıklama, bu çocuğun bir kral olacağıdır. Bunu 9. bölüm, 6. ve 7. ayetlerde okuyalım:
6 Çünkü bize bir çocuk doğacak, bize bir oğul verilecek. Yönetim onun omuzlarında olacak... 7 Davut’un tahtı ve ülkesi üzerinde egemenlik sürecek. Egemenliğinin ve esenliğinin büyümesi son bulmayacak. Egemenliğini adaletle, doğrulukla kuracak ve sonsuza dek sürdürecek. Her Şeye Egemen RAB’bin gayreti bunu sağlayacak.
Anlaşılan bu çocuğun hiçbir şeyi sıradan değil. Annesi bakire olacak, Kral Davut’un soyundan gelecek ve Davut’un tahtını sonsuza dek pekiştirecek. Dahası, bunu adalet ve hüküm ile yapacak ki, her ikisi 105 de büyük bilgelik gerektirir.
Ancak Yeşaya bu çocuğu, belki de en canlı ve önemli sözcüklerle yetişkin bir erkek olarak tanımlamaya devam ederken, onun hayatının insanın bekleyeceği gibi olmayacağını hemen görüyoruz. 52. ve 53. bölümlerde Yeşaya onun acı çeken birisi olarak resmini çizmeye başlıyor. Aslında Yeşaya’dan, acı çekmenin bu gökten gelen kralın yeryüzündeki rolü ve görevinin büyük bir bölümü olduğunu öğreniyoruz. 52. bölüm, 13–15 ayetlerinde Yeşaya’nın söylediklerini okuyun ve gözünüzde canlandırın:
13 Bakın, kulum başarılı olacak; üstün olacak, el üstünde tutulup alabildiğine yüceltilecek. 14 Birçokları onun karşısında dehşete düşüyor; biçimi, görünüşü öyle bozuldu ki, insana benzer yanı kalmadı; 15 Pek çok ulus ona şaşacak, onun önünde kralların ağızları kapanacak. Çünkü kendilerine anlatılmamış olanı görecek, duymadıklarını anlayacaklar.
Allah’ın gelecekteki bu kulunun adil bir kral gibi yüceltilecek olması, yine de başına korkunç bir şey gelecek olması tuhaf değil mi? Kutsal peygamberin ‘pek çokları ondan ötürü şaşacak’ ve ‘O’nun görünüşü bozulmuş olacak’ dediği dikkatinizi çekti mi? Bu size nasıl geliyor? Allah bunun onun başına gelmesine nasıl izin verebildi?
53. bölümden okumaya devam ederseniz, bu bölümün tamamen bu “acı çeken kul” ile ilgili olduğunu görürsünüz. 2–12 ayetlerini okuyalım:
2 O RAB’bin önünde bir dan gibi, kurak yerdeki kök gibi büyüdü. Bakılacak biçimden, güzellikten yoksundu. Gönlümüzü çeken bir görünüşü de yoktu. 3 İnsanlarca hor görüldü, yapayalnız bırakıldı. Acılar adamıydı, hastalığı yakından tanıdı. İnsanların yüz çevirdiği biri gibi hor görüldü, ona değer vermedik. 4 Aslında hastalıklarımızı o üstlendi, acılarımızı o yüklendi. Bizse Tanrı tarafından cezalandırıldığını, vurulup ezildiğini sandık. 5 Oysa, bizim isyanlarımız yüzünden onun bedeni deşildi, bizim suçlarımız yüzünden o eziyet çekti. Esenliğimiz için gerekli olan ceza ona verildi. Bizler onun yaralarıyla şifa bulduk. 6 Hepimiz koyun gibi yoldan sapmıştık, her birimiz kendi yoluna döndü. Yine de RAB hepimizin cezasını ona yükledi. 7 O baskı görüp eziyet çektiyse de ağzını açmadı. Kesime götürülen kuzu gibi, kırkıcıların önünde sessizce duran koyun gibi açmadı ağzını. 8 Acımasızca yargılanıp ölüme götürüldü. Halkımın isyanı ve hak ettiği ceza yüzünden yaşayanlar diyarından atıldı. Onun kuşağından bunu düşünen oldu mu? 9 Şiddete başvurmadığı, ağzından hileli söz çıkmadığı halde, ona kötülerin yanında bir mezar verildi, ama öldüğünde zenginin yanındaydı. 10 Ne var ki, RAB onun ezilmesini uygun gördü, acı çekmesini istedi. Canını suç sunusu olarak sunarsa soyundan gelenleri görecek ve günleri uzayacak. RAB’bin istemi onun aracılığıyla gerçekleşecek. 11 Canını feda ettiği için gördükleriyle hoşnut olacak. RAB’bin doğru kulu, kendisini kabul eden birçoklarını aklayacak. Çünkü onların suçlarını o üstlendi. 12 Bundan dolayı ona ünlüler arasında bir pay vereceğim, ganimeti güçlülerle paylaşacak. Çünkü canını feda etti, başkaldıranlarla bir sayıldı. Pek çoklarının günahını o üzerine aldı, başkaldıranlar için de yalvardı.
Kutsal Kitap neden onun ‘suçlarımız için yaralanacağını’ söylüyor? Yoksa bu Aden bahçesinde söylenen, yılanın “onun topuğuna saldıraca[ğı]” şeklindeki kadim peygamberlik sözüyle mi bağlantılı? Şu sözlerle ne demek istedi?
“Bizler onun yaralarıyla şifa bulduk.”
Allah tarafından Davut’un tahtını sonsuza dek pekiştirmek üzere seçilen bu adama ne olacaktı? Yeşaya’nın bakireden doğan mucize bebeğin sonunun gerçekten “kesime götürülen kuzu gibi” sessiz olacağı şeklindeki peygamberlik sözü doğru çıkacak mıydı?
Bu ayetlerden bazılarını daha dikkatle değerlendirelim. 5. ve 6. ayetlerle başlayabiliriz:
5 Oysa, bizim isyanlarımız yüzünden onun bedeni deşildi, bizim 107 suçlarımız yüzünden o eziyet çekti. Esenliğimiz için gerekli olan ceza ona verildi. Bizler onun yaralarıyla şifa bulduk. 6 Hepimiz koyun gibi yoldan sapmıştık, her birimiz kendi yoluna döndü. Yine de RAB hepimizin cezasını ona yükledi.
Halkın kötülüğünün cezasını ona yükleyenin RAB olduğuna dikkat edin. Hatta, daha kesin bir şekilde “hepimizin cezasını” diyor. Başka bir deyişle, bu kişi bizim hak ettiğimiz bir cezayı çekecekti. Başlangıçtaki öyküde çocuğunun cezasını üzerine alan Emre’nin babası gibi, bu kral bizim için acı çekecekti.
Allah’ın tüm dünyayı İbrahim aracılığıyla bereketlemeye kararlı olduğunu biliyoruz, ancak bu adamın çektiği acıların bu orijinal bereketle bir şekilde ilgili olduğu anlaşılıyor. Tuhaf bir şekilde, onun acı çekmesi bize kurtuluş getirecek. Neyden kurtuluş? Suç ve isyan sözcükleri bize bir ipucu veriyor: günahımızdan!
Hatta, Yeşaya 53. bölüm, 10. ayetin ilk kısmı şöyle diyor:
10 Ne var ki, RAB onun ezilmesini uygun gördü, acı çekmesini istedi. Canını suç sunusu olarak [sunacaktı]...
Ve 11. ayette daha da açık bir şekilde, onun acı çekmesinin ve ölümünün tüm insanlara adalet getireceğini öğreniyoruz.
11 Canını feda ettiği için gördükleriyle hoşnut olacak. RAB’bin doğru kulu, kendisini kabul eden birçoklarını aklayacak.
Evet, Allah’ın merhameti ucuz değil. Bir bedeli var. Bu bedel, kötü adamların elinde pek çok sıkıntılar çekecek olan bir adamın kanı; itaat ve sevgiden kaynaklanan bir fedakârlık.
Belki de Yunus Emre yazdığı şiirlerden birinde bu türden sevginin anlamını yakalamıştır:
Miskin Yunus biçareyim. Baştan ayağa yareyim,
Dost elinden avareyim, Gel gör beni aşk neyledi.
61. bölüm, 1–3 ayetlerinde Yeşaya bu acı çeken kralın görevinin son bir tanımını yazdı:
1–3 Egemen RAB’bin Ruhu üzerimdedir. Çünkü O beni yoksullara müjde iletmek için meshetti. Yüreği ezik olanların yaralarını sarmak için, tutsaklara serbest bırakılacaklarını, zindanlarda bulunanlara kurtulacaklarını, RAB’bin lütuf yılını, Tanrımız’ın öç alacağı günü ilan etmek, yas tutanların hepsini avutmak, Siyon’da yas tutanlara yardım sağlamak –kül yerine çelenk, yas yerine sevinç yağı, çaresizlik ruhu yerine onlara övgü giysisini vermek– için RAB beni gönderdi. Öyle ki, RAB’bin görkemini yansıtmak için, onlara “RAB’bin diktiği doğruluk ağaçları” densin.
Gelecek olan kişi sevinç getirmek ve insanların yaslarını ve yüklerini ha etmek üzere meshedilmiş olacaktı. O müjdeyi fakirlere duyuracak, Allah’ın kabul yılını ilan edecek ve bizi doğruluk ağaçları yapacaktı. 64. bölüm, 1–5 ayetlerinde Yeşaya tam da bu türden bir olay için yalvarıyordu:
1–2 Ya RAB, adını düşmanlarına duyurmak için keşke gökleri yarıp insen! Dağlar önünde sarsılsa! Gelişin, ateşin çalıları tutuşturmasına, suyu kaynatmasına benzese! Uluslar senin önünde titrese! 3 Beklemediğimiz olağanüstü işler yaparak yeryüzüne indin, dağlar önünde sarsıldı. 4 Çünkü kendisine umut bağlayanlar için etkin olan tek Tanrı sensin; senden başkasını hiçbir zaman hiç kimse işitmedi, hiçbir kulak duymadı, hiçbir göz görmedi. 5 Doğru olanı sevinçle yapanların, senin yollarından yürüyüp seni unutmayanların yardımına koşarsın. Ama onlara karşı uzun süre günah işlediğimizde öfkelendin. Nasıl kurtuluruz?
Yeşaya peygamber gökten gelen kurtuluşun perişan durumumuzdan tek çıkış yolumuz olduğunu gördü, çünkü insanların kendiliklerinden iyilikleri yoktur. Bazı insanlar bu Kutsal Kitap gerçeğini reddeder, ancak 6. ayetteki şu güçlü, hatta hayret verici karşılaştırmayı dinleyin:
6 Hepimiz murdar olanlara benzedik, bütün doğru işlerimiz kirli âdet bezi gibi. Yaprak gibi soluyoruz, suçlarımız rüzgar gibi sürükleyip götürüyor bizi.
Peygamber, tüm iyi işlerimizin kirli bir bez gibi olduğunu söyledi! İnsanlar tanrı değildirler. Bize gökte bir yer sağlayacak olan iyiliği yaratamayız ve üretemeyiz. Ne kadar uğraşırsak uğraşalım, bu gerçekleşemez. Bu bizim ilk atalarımıza borçlu olduğumuz bir kader. Günahlarımız, bir suç mahallindeki kıpkırmızı kan lekeleri gibidir. Öyleyse cennete nasıl girebiliriz?
Bu sorunun yanıtı tam da Yeşaya’nın peygamberlik sözlerinde söylenmek istenen şey. Yeşaya Allah’ın yeryüzünde bu sorunu çözebilecek bir insan bulamadığını, dolayısıyla insanlığın günah sorununu Kendisi’nin çözmek zorunda kaldığını söylüyor. Yeşaya 63. bölüm, 5. ayetteki şu sözleri dinleyin:
5 Ve baktım ki, yardımcı yoktu; ve destekleyen olmadığına şaştım; ve kendi bazum14 bana kurtuluş getirdi; ve kızgınlığım, bana o destek oldu. (KM – İşaya.)
“Kendi kolum bana kurtuluş verdi” sözlerini fark ettiniz mi? Sözcük anlamıyla, “Allah’ın Kendi kolu bana kurtuluş getirdi.” Acı çeken kralın adı belki de bu yüzden İmmanuel’dir.
Kore savaşı sırasında M.A.S.H.15 (MAŞ) birimi binlerce askerin hayatını kurtardı. Hatırlayacak olursanız, Kore Savaşı Güney Korelilerin siyasi özgürlük davası için Türkler ve yaklaşık 20 diğer ulusla birlikte aynı safta çarpıştığı savaştı. Türk savaş gazilerimiz MAŞ birimi doktorlarının Kore ormanlarında gösterdikleri kahramanca eylemlere tanık olmuşlardı. Hemşireler ve doktorlar, kendini adamış hayat kurtarıcılardan oluşan hayret verici bir gruptu.
Sıhhiyecilerin hayat kurtarma çabaları, bu dersi kapatmak için uygun bir örnek veriyor. Çoğunlukla bir kamyon ya da helikopter on ya da daha fazla ağır yaralı hastayı bir MAŞ hariciye koğuşuna getirirdi. Bir acil sireni çalar ve doktorlarla hemşireler ameliyat çadırlarına koşarak en kötüsü için hazırlanırlardı. Yüzleri sıyrılmış, omuzları parçalanmış, ya da bacakları şarapnel parçalarıyla dolmuş askerler. Hastalar kıpkırmızı bir kargaşa halinde gelirlerdi.
Şu sahneyi hayal edin. Odanın bir köşesinde, bir doktor damarları pensle tutturmak için delicesine uğraşıyor. Genç adamın karnı boydan boya açılmış ve doktor şarapneli askerin midesinden en kısa zamanda çıkarmaya uğraşıyor. Hasta hızla kan kaybediyor. Doktor hastanın hayatından endişeli ve ellerinden kan damlayarak acil bir çağrı yapıyor:
“Hemşire, bir ünite daha kana ihtiyacımız var!” Hemşirenin yanıtı olumsuz, fakat saygılı:
“Doktor, bugün o kadar çok kan verdik ki, elimizde hiç kalmadı.”
Doktor durur, sanki bir yenilgi anındaymış gibi başını öne eğer ve düşünür. Sonra doktor bir an bile duraklamadan şöyle der:
“Benim için bir şişe ve masa hazırlayın.”
Doktor, kendini adamışlıkla ve hastasına duyduğu merhametle, kendi kolunu delerek o askere kendi kanını verdi.
Yeşaya, bu dünyadaki insanların o yaralı askerler gibi zor durumda olduklarına dair net bir resim çiziyor. İyi ile kötü arasındaki bir savaşta ortadayız ve ölümcül kanamamız var. Peygamber, yaralarımızı kendimizin iyileştiremeyeceğimizi söylüyor. Tüm doğruluğumuzun kirli paçavralar gibi olduğunu söylüyor. Ne var ki, Yeşaya peygamber Allah’ın doktor gibi kurtuluşumuz için geleceğini söylüyor. Bir bakireden bir bebek doğacak, büyüyerek yetişkin bir erkek olacak, masum olduğu halde acı çekecek ve kendisini bizim suçlarımıza karşılık kurban olarak verecekti. Bu
insanların tedarik edemeyeceği, fakat Allah’ın Kendisi’nin gökten 111 göndereceği bir kurbandır. Bu Kişi’yi Kendi “Meshedilmişi” olarak adlandırıyor. Evet, M.Ö. 680 yılında Allah, kötülüğü Mesih’in hayatında yenilgiye uğratma stratejisini Kendi peygamberine açıkladı!
Tartışma Soruları
1. Başlangıçtaki öyküden, sizce Emre neden babasının yaptığını hiçbir zaman unutmadı?
2. Sizce Allah Yeşaya 1:18 ayetinde ne demek istiyor? “RAB diyor ki, ‘Gelin, şimdi davamızı görelim. Günahlarınız sizi
kana boyamış bile olsa kar gibi ak pak olacaksınız. Elleriniz kırmız böceği gibi kızıl olsa da yapağı gibi bembeyaz
olacak.’” Yeşaya 53. bölüme göre, Allah’ın Mesihi’nin acı çekmesi gerekecekti. Bu metne göre, onun acı çekmesinin nedeni ya da amacı olarak ne belirtilmiş? (Bakın Yeşaya 53:5–11. (S.106))
3. Kendi başınıza çözemeyeceğinizi bildiğiniz, Allah’ın yardımına ihtiyaç duyduğunuz kadar büyük bir sorununuz oldu
mu? Allah’ın bir çözüm sağlamak için kişisel olarak müdahale edebileceğine inanıyor musunuz?
Bu nedenle, pek çok insan geçmişin sıkıntıları ile geleceğin korkuları arasındaki dengeyi, “şimdiki zaman” denilen endişe adasında bulmaya çalışır. Allah’ın ise hiçbir şeyden endişesi ve korkusu yoktur. Bu dersimiz, zamana tabi olmayan Allah’ın, bize yardımcı olmak için zaman baloncuğunun içinde çalışmasıyla ilgili. Hayret verici bir şekilde, Allah bizi sıkıntılardan kurtarmak, günahın cezasından azat etmek ve hayatın yükünü taşımamıza yardımcı olmak için zamanın içine nasıl gireceğini eski peygamberlerinden biri aracılığıyla önceden bildirdi. Bir örnekle başlayalım.
Emre’nin okuldaki ilk yılıydı. Yalnızca yedi yaşındaydı. Bilecik’in bir köşesinde yaşıyordu, burada hayranlık duyduğu babası bir mermer ocağında çalışıyordu.
Emre her gün okuldan eve tek başına yürümek zorundaydı, çünkü annesi küçük kardeşlerine bakıyordu. Okuldan yalnızca bir kilometre ötede yaşıyorlardı, bu mesafe küçük bir çocuk için pek fazla sayılmazdı. Fakat iki yüz metreyi ocaktan dev mermer parçaları taşıyan açık 100 kasalı büyük kamyonların geçtiği asfalt ana yol boyunca yürümek zorundaydı. Kamyonlar hızlıydı, yol dardı ve iki kamyon geçtiğinde yayalara yer kalmıyordu. Emre’nin anne–babası onu sürekli olarak okuldan doğrudan eve gelmesi için uyarıyorlardı. Nazik bir kadın olan annesi, yalnızca değerli oğlunun güvende olduğunu bilmenin huzurunu istiyordu. Emre eve geldiğinde onu öper ve okulda gününü nasıl geçtiğini sorardı. Bundan sonra istediği gibi oynamakta özgür olurdu.
Ne yazık ki Emre’nin eve yolculuğu nadiren annesinin istediği kadar hızlı oluyordu. Aslında, çoğunlukla eve gelmesi saatler sürüyordu! Yolun o kısmındayken, büyük kamyonlardan düşmüş metal ve zincir parçalarını aramayı seviyordu. Emre’nin babası ve annesi onu defalarca uyararak, doğrudan eve gelmesini söylediler. Hatta nazik baba oğluna doğrudan eve gelmediği için dayak bile atmıştı. Ne yazık ki bu sorunu çözemedi. Çocuğun itaatsizliği artıyor ve okuldan gelirken yaptığı başıboş yolculuk devam ediyordu. Annesinin her zaman endişe içinde olduğunu söylemeye gerek yok.
Bir gün anne–babası onu okuldan eve hemen gelmediği takdirde bunun sert sonuçları, farklı sonuçları olacağına dair uyardılar.
Çocuk yine geç geldi. Annesi onu kapıda karşıladı fakat hiçbir şey söylemedi. O akşam yemekte çocuk mutfağa girerek annesinin hazırladığı harika yemeğe baktı. Kısa süre sonra taze fasulye, kızartma et, pilav, nohut ve salata yer sofrasında tabaklara konulmuştu.
Emre oturmak üzereyken annesi köşedeki başka bir tabağa işaret etti. İçinde yarım dilim ekmek ve bir bardak su vardı.
Annesi yumuşak bir sesle “Söz dinlemeyenlerin yeri burası” dedi.
Utanç tabağını işaret ederek Emre’ye oturacağı yeri gösterdi. Çocuk sofranın etrafında toplanan aileye ve tüm yiyeceklere baktı, sonra utanç içinde babasından ve annesinden bakışlarını kaçırdı. Babası sessiz kaldı. Yalnızca, yüzünde kırılmış güvenin işaretleriyle, çocuğa baktı.
Çocuk ezilmişti. Yaptığının yanlış olduğunu biliyordu. Yarım dilim ekmeğe baktı. Sıradan bir günde bir bardak su için şükrederdi. Fakat şimdi, bu şartlar altında, zehir gibiydi. Yüzünden gözyaşları süzülmeye başladı. Anne–babasının emirlerine saygısızlığı sonunda onu yakalamıştı.
Baba, olayın tüm etkisinin Emre’nin içine sinmesini bekledi. Sonra sessizce kalktı, köşeye yürüdü. Sonra Emre’nin elini tuttu, sofradaki Baba yerine oturttu ve eline bir kaşık tutuşturdu. Sonra Emre’nin babası köşeye giderek “söz dinlemeyenlerin tabağı”nın başına oturdu. Yarım dilim ekmeğe bakarken yüksek sesle şöyle dedi:
“Oğlum, senin söz dinlemezliğin tüm aileyi incitiyor.”
Yemek sırasında Emre babasının ekmeği “söz dinlemeyenlerin tabağı”ndan yiyişini seyretti.
Emre yıllar sonra, yetişkin bir insan olarak, o anı şöyle hatırladı:
“O akşam sevgili babamı yalnızca o yarım dilim ekmeği yerken izlediğimde, yemek bana tatlı gelmedi. Pek çok yiyecek vardı. Fakat o yerinde olarak benim olanı yemeyi seçti. Benim hak ettiğim cezaya katlandı. Babam büyük bir adamdı, ocaktaki zorlu çalışma gününün ardından acıkmış ve yorulmuştu. Ve benim eylemlerim onun hayatını daha da zorlaştırdı. O zamandan itibaren” dedi Emre, “annemin sözünü dinledim, çünkü babamı tekrar incitmek istemedim.”
Anne oğluna “adalet” vermişti. Baba ise, çocuğa “lütuf” sağlamak için annenin adaletinin sınırları dahilinde çalışmıştı. Bu öyküden, lütfun Emre’ye babasının açlığı pahasına geldiğini görüyoruz. Bu dersimizde Yeşaya’nın bize sıra dışı bir gizemi açıklayan bazı peygamberlik sözlerine bakacağız. Bu gizem, Allah’tan aldığımız lütfun aynı zamanda bir bedelinin olduğunu, bu bedeli özellikle Allah’ın Kendisi’nin ödediğini görmemize yardımcı olacak.
İlk olarak Yeşaya’nın Allah’ın peygamberi olmaya nasıl çağırıldığını ve onun peygamberliğinin güvenilirliğini değerlendirerek baş- layalım. Aldığı çağırıyı Yeşaya 6. bölüm, 1–7 ayetlerinde okuyabiliriz:
1 Kral Uzziya’nın öldüğü yıl yüce ve görkemli Rab’bi gördüm; tahtta oturuyordu, giysisinin etekleri tapınağı dolduruyordu. 2 Üzerinde Sera ar duruyordu; her birinin altı kanadı vardı; ikisiyle yüzlerini, ikisiyle ayaklarını örtüyor, öbür ikisiyle de uçuyorlardı. 3 Birbirlerine şöyle sesleniyorlardı: “Her Şeye Egemen RAB Kutsal, kutsal, kutsaldır. Yüceliği bütün dünyayı dolduruyor.” 4 Sera ar’ın sesinden kapı söveleriyle eşikler sarsıldı, tapınak dumanla doldu. 5 “Vay başıma! Mahvoldum” dedim, “Çünkü dudakları kirli bir adamım, dudakları kirli bir halkın arasında yaşıyorum. Buna karşın Kral’ı, Her Şeye Egemen RAB’bi gözlerimle gördüm.” 6 Sera ar’dan biri bana doğru uçtu, elinde sunaktan maşayla aldığı bir kor vardı; 7 onunla ağzıma dokunarak, “İşte bu kor dudaklarına değdi, suçun silindi, günahın bağışlandı” dedi.
Allah’ın, peygamberleri çağırmasının başlı başına zamandan bağımsız Kişi’nin nasıl zamanın içine uzandığının ve kader gibi gözüken şeye müdahale ederek onu nasıl değiştirdiğinin bir örneği olması ilginç. O bizi gerçekten izler ve peygamberleri aracılığıyla itaate çağırır. Yeşaya’nın durumunda, Allah yaklaşık M.Ö. 700 yıllarında Yeşaya’ya gider ve onu bir peygamber olmaya çağırır. Fakat peygamber olarak hizmet etmeden önce, Yeşaya’nın günahkârlığının farkına varması ve tövbe etmesi gerekiyordu. Tövbesinden ve temizlenmesinden sonra, Allah Yeşaya’ya bazı hayret verici şeyleri açıklamaya devam etti. Bunlardan ikisini gözden geçirelim.
İlk örnek 2. Krallar 19. bölümden. O zaman Yeruşalim neredeyse 200.000 Asurlu asker tarafından kuşatılmıştı. Durum umutsuz görünüyordu. Fakat Yeşaya dua etmişti ve Allah ona Kendi halkı için mucizevi bir kurtuluş gerçekleştireceğini söylemişti. Nitekim, ertesi sabah gözcü Yeruşalim surlarından dışarı baktığında, “Rabb’in meleği”nin geldiğini ve putperest Asur ordusundan 185.000 kişiyi 103 öldürdüğünü gördüler!
Yeşaya’nın geleceğe dair peygamberlik sözü gerçekleşti, çünkü onu Allah’ın ruhu yönlendiriyordu. Peygamberlik sözlerinden ikincisini okuyalım, bu kez büyük Pers kralı Koreş (Keyhüsrev) hakkında; Yeşaya 45. bölüm, 1. ayette yer alıyor:
1 “RAB meshettiği kişiye, sağ elinden tuttuğu Koreş’e sesleniyor. Uluslara onun önünde baş eğdirecek, kralları silahsızlandıracak, bir daha kapanmayacak kapılar açacak...
İranlılar Koreş’i halen büyük önderleri olarak överler. Bugün de Sart’a gidebilir, eski tapınak harabelerinin yukarısındaki dağa tırmanabilir ve Koreş’in Lidya İmparatorluğu’nu yenilgiye uğrattığı alanda durabilirsiniz. Fakat Yeşaya’nın zamanında Koreş daha doğmamıştı bile! Aslında Koreş ancak Yeşaya’nın ölümünden 160 yıl sonra Babil’i yenilgiye uğratmakla ünlü oldu. Dahası, Yeşaya Koreş’in bunu nasıl yapacağını tam olarak önceden bildirdi. 1760 yılında Mustafa Kemal adında bir adamın gelerek Türkiye’yi yabancı işgalcilerden kurtaracağını belirten bir belge yazılmış olsaydı, bunun ne kadar olağanüstü olacağını düşünün!
Evet, Yeşaya’nın sözleri olağanüstüdür ve o gelecek hakkında pek çok şey söylemiştir. Ve ilk iki örneğimiz ne kadar olağanüstü olsa da, Yeşaya’nın ışık tuttuğu gizemlerin gizemine kıyasla sönük kalmaktadırlar. Yeşaya 1. bölüm, 18. ayette bu sırrın temel metnine bakalım:
18 RAB diyor ki, “Gelin, şimdi davamızı görelim. Günahlarınız sizi kana boyamış bile olsa kar gibi ak pak olacaksınız. Elleriniz kırmız böceği gibi kızıl olsa da yapağı gibi bembeyaz olacak.”
Allah’ın insanın kurtuluşu için onunla iletişim kurması, Kutsal Kitap’ın en muhteşem peygamberlik sözlerinden birinin arka planını hazırlayan temadır. Kayıtlara geçmiş en eski gizemin –Adem ile Havva günah işledikten sonra Allah’ın onlara verdiği ilk vaadin– anlamını çözecek olan bu peygamberlik sözüdür. Allah’ın Yaratılış 3. bölüm, 15. ayette ne dediğini gözden geçirelim. O’nun daha sonra Şeytan olduğunu öğrendiğimiz yılanla konuştuğunu unutmayın.
15 “Seninle kadını, onun soyuyla senin soyunu birbirinize düşman edeceğim. Onun soyu senin başını ezecek, sen onun topuğuna saldıracaksın.”
Temel biyoloji bize tohumun, yani soyun, erkeklerin olduğunu söyler. Öyleyse bu tuhaf ifade, ‘kadının soyu’ ne anlama geliyor? Yeşaya’nın bu gizemin sırrını nasıl açıkladığını görelim. 7. bölüm, 11–14 ayetlerinden okumaya devam edebiliriz:
11 “Tanrın RAB’den bir işaret iste; ölüler diyarı kadar derin, gökler kadar yüksek olsun.” 12 Ama Ahaz, “Hayır, istemem, RAB’bi sınamam” dedi. 13 Bunun üzerine Yeşaya, “Dinleyin, ey Davut’un torunları!” dedi, “İnsanların sabrını taşırmanız yetmezmiş gibi şimdi de Tanrım’ın sabrını mı taşırıyorsunuz? 14 Bundan ötürü Rab’bin kendisi size bir belirti verecek: İşte, kız gebe kalıp bir oğul doğuracak; adını İmmanuel koyacak.”
Bu sırrın ilk açıklaması, bakire bir kızın hamile kalarak bir oğul doğuracak olması! Dahası, bu sıradan bir oğlan çocuğu olmayacak. Adı “Tanrı bizimle” anlamına gelen İmmanuel olacaktı. Başka bir deyişle, bu çocuk o zamana dek doğmuş olan her çocuktan farklı olacaktı, yani dünyasal bir babası olmayacak, bir babanın soyu olmayacaktı. İkinci açıklama, bu çocuğun bir kral olacağıdır. Bunu 9. bölüm, 6. ve 7. ayetlerde okuyalım:
6 Çünkü bize bir çocuk doğacak, bize bir oğul verilecek. Yönetim onun omuzlarında olacak... 7 Davut’un tahtı ve ülkesi üzerinde egemenlik sürecek. Egemenliğinin ve esenliğinin büyümesi son bulmayacak. Egemenliğini adaletle, doğrulukla kuracak ve sonsuza dek sürdürecek. Her Şeye Egemen RAB’bin gayreti bunu sağlayacak.
Anlaşılan bu çocuğun hiçbir şeyi sıradan değil. Annesi bakire olacak, Kral Davut’un soyundan gelecek ve Davut’un tahtını sonsuza dek pekiştirecek. Dahası, bunu adalet ve hüküm ile yapacak ki, her ikisi 105 de büyük bilgelik gerektirir.
Ancak Yeşaya bu çocuğu, belki de en canlı ve önemli sözcüklerle yetişkin bir erkek olarak tanımlamaya devam ederken, onun hayatının insanın bekleyeceği gibi olmayacağını hemen görüyoruz. 52. ve 53. bölümlerde Yeşaya onun acı çeken birisi olarak resmini çizmeye başlıyor. Aslında Yeşaya’dan, acı çekmenin bu gökten gelen kralın yeryüzündeki rolü ve görevinin büyük bir bölümü olduğunu öğreniyoruz. 52. bölüm, 13–15 ayetlerinde Yeşaya’nın söylediklerini okuyun ve gözünüzde canlandırın:
13 Bakın, kulum başarılı olacak; üstün olacak, el üstünde tutulup alabildiğine yüceltilecek. 14 Birçokları onun karşısında dehşete düşüyor; biçimi, görünüşü öyle bozuldu ki, insana benzer yanı kalmadı; 15 Pek çok ulus ona şaşacak, onun önünde kralların ağızları kapanacak. Çünkü kendilerine anlatılmamış olanı görecek, duymadıklarını anlayacaklar.
Allah’ın gelecekteki bu kulunun adil bir kral gibi yüceltilecek olması, yine de başına korkunç bir şey gelecek olması tuhaf değil mi? Kutsal peygamberin ‘pek çokları ondan ötürü şaşacak’ ve ‘O’nun görünüşü bozulmuş olacak’ dediği dikkatinizi çekti mi? Bu size nasıl geliyor? Allah bunun onun başına gelmesine nasıl izin verebildi?
53. bölümden okumaya devam ederseniz, bu bölümün tamamen bu “acı çeken kul” ile ilgili olduğunu görürsünüz. 2–12 ayetlerini okuyalım:
2 O RAB’bin önünde bir dan gibi, kurak yerdeki kök gibi büyüdü. Bakılacak biçimden, güzellikten yoksundu. Gönlümüzü çeken bir görünüşü de yoktu. 3 İnsanlarca hor görüldü, yapayalnız bırakıldı. Acılar adamıydı, hastalığı yakından tanıdı. İnsanların yüz çevirdiği biri gibi hor görüldü, ona değer vermedik. 4 Aslında hastalıklarımızı o üstlendi, acılarımızı o yüklendi. Bizse Tanrı tarafından cezalandırıldığını, vurulup ezildiğini sandık. 5 Oysa, bizim isyanlarımız yüzünden onun bedeni deşildi, bizim suçlarımız yüzünden o eziyet çekti. Esenliğimiz için gerekli olan ceza ona verildi. Bizler onun yaralarıyla şifa bulduk. 6 Hepimiz koyun gibi yoldan sapmıştık, her birimiz kendi yoluna döndü. Yine de RAB hepimizin cezasını ona yükledi. 7 O baskı görüp eziyet çektiyse de ağzını açmadı. Kesime götürülen kuzu gibi, kırkıcıların önünde sessizce duran koyun gibi açmadı ağzını. 8 Acımasızca yargılanıp ölüme götürüldü. Halkımın isyanı ve hak ettiği ceza yüzünden yaşayanlar diyarından atıldı. Onun kuşağından bunu düşünen oldu mu? 9 Şiddete başvurmadığı, ağzından hileli söz çıkmadığı halde, ona kötülerin yanında bir mezar verildi, ama öldüğünde zenginin yanındaydı. 10 Ne var ki, RAB onun ezilmesini uygun gördü, acı çekmesini istedi. Canını suç sunusu olarak sunarsa soyundan gelenleri görecek ve günleri uzayacak. RAB’bin istemi onun aracılığıyla gerçekleşecek. 11 Canını feda ettiği için gördükleriyle hoşnut olacak. RAB’bin doğru kulu, kendisini kabul eden birçoklarını aklayacak. Çünkü onların suçlarını o üstlendi. 12 Bundan dolayı ona ünlüler arasında bir pay vereceğim, ganimeti güçlülerle paylaşacak. Çünkü canını feda etti, başkaldıranlarla bir sayıldı. Pek çoklarının günahını o üzerine aldı, başkaldıranlar için de yalvardı.
Kutsal Kitap neden onun ‘suçlarımız için yaralanacağını’ söylüyor? Yoksa bu Aden bahçesinde söylenen, yılanın “onun topuğuna saldıraca[ğı]” şeklindeki kadim peygamberlik sözüyle mi bağlantılı? Şu sözlerle ne demek istedi?
“Bizler onun yaralarıyla şifa bulduk.”
Allah tarafından Davut’un tahtını sonsuza dek pekiştirmek üzere seçilen bu adama ne olacaktı? Yeşaya’nın bakireden doğan mucize bebeğin sonunun gerçekten “kesime götürülen kuzu gibi” sessiz olacağı şeklindeki peygamberlik sözü doğru çıkacak mıydı?
Bu ayetlerden bazılarını daha dikkatle değerlendirelim. 5. ve 6. ayetlerle başlayabiliriz:
5 Oysa, bizim isyanlarımız yüzünden onun bedeni deşildi, bizim 107 suçlarımız yüzünden o eziyet çekti. Esenliğimiz için gerekli olan ceza ona verildi. Bizler onun yaralarıyla şifa bulduk. 6 Hepimiz koyun gibi yoldan sapmıştık, her birimiz kendi yoluna döndü. Yine de RAB hepimizin cezasını ona yükledi.
Halkın kötülüğünün cezasını ona yükleyenin RAB olduğuna dikkat edin. Hatta, daha kesin bir şekilde “hepimizin cezasını” diyor. Başka bir deyişle, bu kişi bizim hak ettiğimiz bir cezayı çekecekti. Başlangıçtaki öyküde çocuğunun cezasını üzerine alan Emre’nin babası gibi, bu kral bizim için acı çekecekti.
Allah’ın tüm dünyayı İbrahim aracılığıyla bereketlemeye kararlı olduğunu biliyoruz, ancak bu adamın çektiği acıların bu orijinal bereketle bir şekilde ilgili olduğu anlaşılıyor. Tuhaf bir şekilde, onun acı çekmesi bize kurtuluş getirecek. Neyden kurtuluş? Suç ve isyan sözcükleri bize bir ipucu veriyor: günahımızdan!
Hatta, Yeşaya 53. bölüm, 10. ayetin ilk kısmı şöyle diyor:
10 Ne var ki, RAB onun ezilmesini uygun gördü, acı çekmesini istedi. Canını suç sunusu olarak [sunacaktı]...
Ve 11. ayette daha da açık bir şekilde, onun acı çekmesinin ve ölümünün tüm insanlara adalet getireceğini öğreniyoruz.
11 Canını feda ettiği için gördükleriyle hoşnut olacak. RAB’bin doğru kulu, kendisini kabul eden birçoklarını aklayacak.
Evet, Allah’ın merhameti ucuz değil. Bir bedeli var. Bu bedel, kötü adamların elinde pek çok sıkıntılar çekecek olan bir adamın kanı; itaat ve sevgiden kaynaklanan bir fedakârlık.
Belki de Yunus Emre yazdığı şiirlerden birinde bu türden sevginin anlamını yakalamıştır:
Miskin Yunus biçareyim. Baştan ayağa yareyim,
Dost elinden avareyim, Gel gör beni aşk neyledi.
61. bölüm, 1–3 ayetlerinde Yeşaya bu acı çeken kralın görevinin son bir tanımını yazdı:
1–3 Egemen RAB’bin Ruhu üzerimdedir. Çünkü O beni yoksullara müjde iletmek için meshetti. Yüreği ezik olanların yaralarını sarmak için, tutsaklara serbest bırakılacaklarını, zindanlarda bulunanlara kurtulacaklarını, RAB’bin lütuf yılını, Tanrımız’ın öç alacağı günü ilan etmek, yas tutanların hepsini avutmak, Siyon’da yas tutanlara yardım sağlamak –kül yerine çelenk, yas yerine sevinç yağı, çaresizlik ruhu yerine onlara övgü giysisini vermek– için RAB beni gönderdi. Öyle ki, RAB’bin görkemini yansıtmak için, onlara “RAB’bin diktiği doğruluk ağaçları” densin.
Gelecek olan kişi sevinç getirmek ve insanların yaslarını ve yüklerini ha etmek üzere meshedilmiş olacaktı. O müjdeyi fakirlere duyuracak, Allah’ın kabul yılını ilan edecek ve bizi doğruluk ağaçları yapacaktı. 64. bölüm, 1–5 ayetlerinde Yeşaya tam da bu türden bir olay için yalvarıyordu:
1–2 Ya RAB, adını düşmanlarına duyurmak için keşke gökleri yarıp insen! Dağlar önünde sarsılsa! Gelişin, ateşin çalıları tutuşturmasına, suyu kaynatmasına benzese! Uluslar senin önünde titrese! 3 Beklemediğimiz olağanüstü işler yaparak yeryüzüne indin, dağlar önünde sarsıldı. 4 Çünkü kendisine umut bağlayanlar için etkin olan tek Tanrı sensin; senden başkasını hiçbir zaman hiç kimse işitmedi, hiçbir kulak duymadı, hiçbir göz görmedi. 5 Doğru olanı sevinçle yapanların, senin yollarından yürüyüp seni unutmayanların yardımına koşarsın. Ama onlara karşı uzun süre günah işlediğimizde öfkelendin. Nasıl kurtuluruz?
Yeşaya peygamber gökten gelen kurtuluşun perişan durumumuzdan tek çıkış yolumuz olduğunu gördü, çünkü insanların kendiliklerinden iyilikleri yoktur. Bazı insanlar bu Kutsal Kitap gerçeğini reddeder, ancak 6. ayetteki şu güçlü, hatta hayret verici karşılaştırmayı dinleyin:
6 Hepimiz murdar olanlara benzedik, bütün doğru işlerimiz kirli âdet bezi gibi. Yaprak gibi soluyoruz, suçlarımız rüzgar gibi sürükleyip götürüyor bizi.
Peygamber, tüm iyi işlerimizin kirli bir bez gibi olduğunu söyledi! İnsanlar tanrı değildirler. Bize gökte bir yer sağlayacak olan iyiliği yaratamayız ve üretemeyiz. Ne kadar uğraşırsak uğraşalım, bu gerçekleşemez. Bu bizim ilk atalarımıza borçlu olduğumuz bir kader. Günahlarımız, bir suç mahallindeki kıpkırmızı kan lekeleri gibidir. Öyleyse cennete nasıl girebiliriz?
Bu sorunun yanıtı tam da Yeşaya’nın peygamberlik sözlerinde söylenmek istenen şey. Yeşaya Allah’ın yeryüzünde bu sorunu çözebilecek bir insan bulamadığını, dolayısıyla insanlığın günah sorununu Kendisi’nin çözmek zorunda kaldığını söylüyor. Yeşaya 63. bölüm, 5. ayetteki şu sözleri dinleyin:
5 Ve baktım ki, yardımcı yoktu; ve destekleyen olmadığına şaştım; ve kendi bazum14 bana kurtuluş getirdi; ve kızgınlığım, bana o destek oldu. (KM – İşaya.)
“Kendi kolum bana kurtuluş verdi” sözlerini fark ettiniz mi? Sözcük anlamıyla, “Allah’ın Kendi kolu bana kurtuluş getirdi.” Acı çeken kralın adı belki de bu yüzden İmmanuel’dir.
Kore savaşı sırasında M.A.S.H.15 (MAŞ) birimi binlerce askerin hayatını kurtardı. Hatırlayacak olursanız, Kore Savaşı Güney Korelilerin siyasi özgürlük davası için Türkler ve yaklaşık 20 diğer ulusla birlikte aynı safta çarpıştığı savaştı. Türk savaş gazilerimiz MAŞ birimi doktorlarının Kore ormanlarında gösterdikleri kahramanca eylemlere tanık olmuşlardı. Hemşireler ve doktorlar, kendini adamış hayat kurtarıcılardan oluşan hayret verici bir gruptu.
Sıhhiyecilerin hayat kurtarma çabaları, bu dersi kapatmak için uygun bir örnek veriyor. Çoğunlukla bir kamyon ya da helikopter on ya da daha fazla ağır yaralı hastayı bir MAŞ hariciye koğuşuna getirirdi. Bir acil sireni çalar ve doktorlarla hemşireler ameliyat çadırlarına koşarak en kötüsü için hazırlanırlardı. Yüzleri sıyrılmış, omuzları parçalanmış, ya da bacakları şarapnel parçalarıyla dolmuş askerler. Hastalar kıpkırmızı bir kargaşa halinde gelirlerdi.
Şu sahneyi hayal edin. Odanın bir köşesinde, bir doktor damarları pensle tutturmak için delicesine uğraşıyor. Genç adamın karnı boydan boya açılmış ve doktor şarapneli askerin midesinden en kısa zamanda çıkarmaya uğraşıyor. Hasta hızla kan kaybediyor. Doktor hastanın hayatından endişeli ve ellerinden kan damlayarak acil bir çağrı yapıyor:
“Hemşire, bir ünite daha kana ihtiyacımız var!” Hemşirenin yanıtı olumsuz, fakat saygılı:
“Doktor, bugün o kadar çok kan verdik ki, elimizde hiç kalmadı.”
Doktor durur, sanki bir yenilgi anındaymış gibi başını öne eğer ve düşünür. Sonra doktor bir an bile duraklamadan şöyle der:
“Benim için bir şişe ve masa hazırlayın.”
Doktor, kendini adamışlıkla ve hastasına duyduğu merhametle, kendi kolunu delerek o askere kendi kanını verdi.
Yeşaya, bu dünyadaki insanların o yaralı askerler gibi zor durumda olduklarına dair net bir resim çiziyor. İyi ile kötü arasındaki bir savaşta ortadayız ve ölümcül kanamamız var. Peygamber, yaralarımızı kendimizin iyileştiremeyeceğimizi söylüyor. Tüm doğruluğumuzun kirli paçavralar gibi olduğunu söylüyor. Ne var ki, Yeşaya peygamber Allah’ın doktor gibi kurtuluşumuz için geleceğini söylüyor. Bir bakireden bir bebek doğacak, büyüyerek yetişkin bir erkek olacak, masum olduğu halde acı çekecek ve kendisini bizim suçlarımıza karşılık kurban olarak verecekti. Bu
insanların tedarik edemeyeceği, fakat Allah’ın Kendisi’nin gökten 111 göndereceği bir kurbandır. Bu Kişi’yi Kendi “Meshedilmişi” olarak adlandırıyor. Evet, M.Ö. 680 yılında Allah, kötülüğü Mesih’in hayatında yenilgiye uğratma stratejisini Kendi peygamberine açıkladı!
Tartışma Soruları
1. Başlangıçtaki öyküden, sizce Emre neden babasının yaptığını hiçbir zaman unutmadı?
2. Sizce Allah Yeşaya 1:18 ayetinde ne demek istiyor? “RAB diyor ki, ‘Gelin, şimdi davamızı görelim. Günahlarınız sizi
kana boyamış bile olsa kar gibi ak pak olacaksınız. Elleriniz kırmız böceği gibi kızıl olsa da yapağı gibi bembeyaz
olacak.’” Yeşaya 53. bölüme göre, Allah’ın Mesihi’nin acı çekmesi gerekecekti. Bu metne göre, onun acı çekmesinin nedeni ya da amacı olarak ne belirtilmiş? (Bakın Yeşaya 53:5–11. (S.106))
3. Kendi başınıza çözemeyeceğinizi bildiğiniz, Allah’ın yardımına ihtiyaç duyduğunuz kadar büyük bir sorununuz oldu
mu? Allah’ın bir çözüm sağlamak için kişisel olarak müdahale edebileceğine inanıyor musunuz?