Umut yeryüzündeki en kuvvetli güçlerden biridir. Tarih, hiç azalmayan bir umuda sahip kişilerin hayret verici engellerin üstesinden gelebildiklerini ve hayatı mahveden zorlukları yene- bildiklerini tekrar tekrar göstermiştir. Hepimiz ancak mucize denebilecek olaylara dair öyküler duymuşuzdur. Savaş esirleri kampında tutulan bir asker olsun, deprem enkazı altında kalmış bir yurttaş olsun, mahrumiyete ve ölüme yakın bir fıziksel duruma yalnızca kurtarılma umuduna sahip oldukları için hayret verici bir süre boyunca dayanabilmişlerdir. Böylesi bir umuda dair öyküler bizi hayrete düşürür ve teşvik eder, çünkü hepimiz küçük de olsa, bir şekilde, çaresiz bir halde yardım ister durumdayız.
Bu ders içinizdeki umudu uyandırma amacını gütmektedir. Bu dersleri işlemeye başladınız, çünkü benzersizsiniz. Allah’ı ve O’nun sözünü tanıyarak hayatınızın daha iyi olabileceği umuduna sarılıyorsunuz. Bu umudun nasıl gerçeğe dönüştürülebileceğini birlikte öğrenelim.
İnanılmaz bir keşifti. 2006 yılında Eylül 1933 tarihli, yanlış yere konmuş ve unutulmuş bir mektup bulundu. Mektup “Ekselansları”na hitaben yazılmıştı, dolayısıyla büyük ihtimalle Atatürk’e gön- derilmesi amaçlanmıştı. Ancak mektubu alan Başbakan İnönü oldu. Başbakan İnönü’nün sekreterinin, masasına bir yığın mektubu koyduğunu ve şöyle dediğini düşünün:
“Efendim, Paris’ten acilen dikkatinize sunulan sıra dışı bir rica var.”
Mektubu eline alan Başbakan, “Prof. Albert Einstein” imzasını gördüğünde muhakkak şaşırmıştır.
Prof. Einstein’ın mektubu şöyle başlıyordu:
“Ekselanslarından Alman yurttaşı kırk profesör ve doktorun bilimsel ve tıbbi çalışmalarına Türkiye’de devam edebilmeleri için gereğinin yapılması ricasında bulunuyorum. Yukarıda sözü edilenler Almanya’da şu anda yürürlükte olan yasalar nedeniyle işlerine bundan böyle devam edemeyecekler. Bu kişilerin büyük çoğunluğu engin deneyime, bilgiye ve bilimsel erdemlere sahiptir; ve yeni bir ülkeye yerleştiklerinde çok yararlı olabilirler.
1930’ların Nazi partisi şekillenirken, kanaat önderlerine, bilhassa Yahudi kökenli olanlara karşı gitgide artan bir düşmanlık sergilemeye başladı. Einstein akrabalarını, dostlarını, dostlarının akrabalarını, hatta yabancıları dahi Hitler yandaşlarından kurtarmak için hararetle çalıştı. Einstein yüzlerce kişi için bir kurtarıcı oldu. Kişisel olarak davaya bağlanmıştı; Türkiye hükümetine yazdığı bu mektup gibilerini yazmakla kalmayıp, göçmenlik bürosunun talep ettiği $2000’ı onların isimlerine açtığı banka hesaplarına yatırıyordu. Geleceğe dair sadece bir önseziyle, zeki kişileri hapisten ya da ölümden kurtarmak umudundaydı.
Mektup 30 Eylül 1933 tarihinde İngilizceden Türkçeye tercüme edildi. Sorun, böyle bir ricaya karşılık olarak ne yapılacağıydı. Modern bir eğitim sistemi tesis etmeye çalışan genç bir ulus için büyük bir fırsattı, fakat aynı zamanda masra ıydı da. Bu nedenle mektup başbakanın kabinesinde bir kişiden diğerine geçip durdu. Mektubun kenar boşluklarına birkaç kişi tarafından düşülmüş olan notlar, karar vermenin zor olduğuna tanıklık ediyor. Sağ üstteki not İnönü’nün mektubu 9 Ekim’de o zamanın Milli Eğitim Bakanlığı olan Maarif Vekaleti’ne havale ettiğini gösteriyor. Diğer notlar o zamanki bakan olan Reşit Galip’e atfediliyor. Bir kişi şöyle demiş:
“Bu teklif [yürürlükteki yasaların] maddelerine uygun değildir.” Başka biri şöyle beyan etmiş:
“Hüküm süren koşullar nedeniyle bunu kabul etmek mümkün değildir.”
İnönü muhakkak derin derin düşünmüş olmalı:
“Böyle bir mektupla, üstelik dünyanın bilim camiasının böylesi nüfuzlu bir üyesinden gelen bu mektupla ne yapacağım?”
Bir tarafta, Osmanlı İmparatorluğu’nun çoktan beridir ihmal ettiği konularda Türkleri eğitebilecek öğretmenlerin ithal edilmesi Türkiye’yi sanayide ve bilimde yıllarca ileri götürebilirdi. Öte yandan, uzun süreden beri müttefıki olan Almanya’yla arasının bozulmasına neden olabilirdi. Dahası, bu adamları nereye yerleştireceklerdi? Üstelik kanunlarına göre yasal gibi görünmüyordu. O zamanki Türkiye’nin bugünkü gibi mali sermayeye ve üniversiteler ağına sahip, güçlü bir ülke olmadığını da unutmamalıyız. Einstein’ın mektubunun Ankara’da pek çok konuşmanın odak noktası olduğundan emin olabiliriz.
Prof. Einstein mektubu kişisel bir ricayla bitiriyordu:
“Bu başvuruyu desteklemek üzere, haddim olmayarak ifade etmek isterim ki, umudum hükümetinizin bu ricayı yerine getirmekle yalnızca yüce bir insaniyet eylemi icra etmekle kalmayıp, aynı zamanda kendi ülkenize de yarar sağlayacağı yönündedir.”
Sonra da veda ediyordu:
“Ekselanslarının itaatkâr hizmetkârı olmaktan şeref duyarım, Prof. Albert Einstein.”
Türkiye son derece çaresiz kalmış bir avuç canın umudu ve kurtarıcısı olması için edilen böylesi samimi bir ricaya nasıl karşılık verecekti?
Bu ilginç öyküye burada ara vererek dersimizin kutsal yazı kısmını gözden geçirelim. İsa’nın hayatını titizlikle araştırmaktayız. Önceki derslerimizden birinde İsa 40 günlük bir orucu henüz bitirmiş ve Şeytan’ın ayartılarına karşı galip gelmişti. Şimdi 30 yaşındadır ve 3 yıllık kamu hizmetine başlamak üzeredir. Bundan sonra neler olduğunu görmek için dikkatimizi Luka 4. bölüm, 14–16 ayetlerine çevirelim:
14 İsa, Ruh’un gücüyle donanmış olarak Celile’ye döndü. Haber bütün bölgeye yayıldı. 15 Oranın havralarında öğretiyor, herkes tarafından övülüyordu. 16 İsa, büyüdüğü Nasıra Kenti’ne geldiğinde her zamanki gibi Şabat Günü havraya gitti. Kutsal Yazılar’ı okumak üzere ayağa kalk[tı]...
Celile yaklaşık 80 kilometre uzunluğunda, 40 kilometre genişliğinde, ortada tatlı su gölü olan küçük bir bölgeydi. Bölge son derece verimliydi ve her türden meyve, zeytin ve kabuklu yemiş ağacı yetişiyordu. İdeal tarım koşulları nedeniyle göl çevresinde yaklaşık küçük köy vardı. İsa’nın hizmetinin bu bölümü ilkbahara benzetilmektedir, zira bu O’nun işinin başlangıcıydı ve her yerde bahar çiçeklerinin getirdiği sevinç gibi hoş karşılanıyordu.
Bu metinde İsa’nın sinagoga sadık bir şekilde gitmeye devam ettiğini görüyoruz. Sinagog, tıpkı bir cami gibi, dua edilen ve Kutsal Yazılar’ın okunduğu bir yerdi. Ancak öğretim kısmı camiden biraz farklıydı. Normalde yerli ya da misafir bir kişiye konuşma fırsatı veriliyordu, zira profesyonel din görevliliği ya da ilahiyat eğitimi referansları gerekmiyordu. Böylece İsa konuşmaya davet edildi.
Muhakkak hatırlarsınız, Sebt günü Allah’ın bereketlediği ve kutsal kıldığı yedinci gündür. Allah Sebt gününü Adem ile Havva’ya ve onların tüm nesillerine bir ibadet, dinlenme ve birliktelik günü olarak verdi. İsa, Allah’ın Aden bahçesinde belirlediği yedinci gün olan cumartesi günü sinagoga giderek, Allah’ı yüceltiyordu. O günlerde kadim peygamberlerin yazılarından bir bölüm okuyarak üzerinde yorum yapmak adettendi. İsa’nın ne yaptığını Luka 4. bölüm, 17. ayette görelim:
17 O’na Peygamber Yeşaya’nın Kitabı verildi. Kitabı açarak şu sözlerin yazılı olduğu yeri buldu:
O günlerde bildiğimiz şekilde kitaplar yoktu, yalnızca tomarlar vardı. 1947 yılında bir gün, genç bir çoban, Ölü Deniz yakınlarında Qumran’da dolanırken kayıp keçisini aramak için bir mağraya taş attı ve bir testinin kırıldığını işitti. İçeriye girince içi tomarlarla dolu pek çok kil testi gördü. Bunlar, 2000 yıldan eski meşhur Ölü Deniz Tomarlarıydı. Bu tomarlar, Musa’nın Kitapları’nı, Mezmurlar’ı, Daniel, Yeşaya ve diğer peygamberlerin yazılarını içeren Eski Ahit’in bütünüydü. İnanılmaz bir keşifti, çünkü tomarlar Mesih’ten 200 yıl öncesine aitti. Dolayısıyla bir anlamda, modern zamanlarda kutsal yazıların orijinallerinden değiştirilmiş olduğunu söyleyenleri utandırıyorlardı. Evet! Ölü Deniz’de bulunan tomarlar günümüzdeki yazılarla neredeyse birebir aynıydı! Ölü Deniz tomarları Allah’ın sözünün tahrif edildiği suçlamalarını geçersiz hale getiren sağlam kanıtlar vermektedir. Bu tomarlar Allah’ın, sözünü 2200 yıl öncesinden günümüze dek koruduğunu göstermektedir.
İsa’ya bu türden bir tomar verilmiş olmalıdır. Tomar, büyük bir taş ya da ahşap masanın üzerine açılırdı. Bu eski masalardan biri, Salihli yakınlarındaki Sart harabelerinde bulunan sinagogunun kalıntılarında halen görülebilir. Yeşaya’nın tomarı kürsüye konulduğunda İsa bunu açtı ve çok özel bir metni aramaya başladı. Sonunda İsa Yeşaya altmış birinci bölümde45 aradığı yeri buldu. İsa okurken, Yeşaya 43. bölüm, 7. ayetten bazı konuları da okuduklarıyla birleştirdi. İsa’nın kalkarak, Luka 4. bölüm, 18–20 ayetlerinde kayıtlı olan şu sözleri okuduğunu hayal edin:
18–19 “Rab’bin Ruhu üzerimdedir. Çünkü O beni yoksullara Müjde’yi iletmek için meshetti. Tutsaklara serbest bırakılacaklarını, körlere gözlerinin açılacağını duyurmak için, ezilenleri özgürlüğe kavuşturmak ve Rab’bin lütuf yılını ilan etmek için Beni gönderdi.” 20 Sonra kitabı kapattı, görevliye geri verip oturdu. Havradakilerin hepsi dikkatle O’na bakıyordu.
İsa’nın neden o belirli kutsal yazı bölümünü aradığı şimdi anlaşılmıştı. Neredeyse 700 yıl önce, kendisi hakkında, yani Mesih hakkında yazılmış olan umut dolu bir metin okumak istemişti! Tüm gözler halen üzerindeyken, İsa bu metne bir ünlem işareti koydu. Söylediklerini Luke 4. bölüm, 21. ayette okuyalım:
21 İsa, “Dinlediğiniz bu Yazı bugün yerine gelmiştir” diye konuşmaya başladı.
İsa burada ne söylüyordu? Birincisi, kadim kutsal yazıların büyük birisine işaret ettiğini. Başka bir deyişle, kutsal yazı sadece öykülerden ya da hikmetli kirlerden meydana gelmiş bir derleme değildi. Aksine, İsa tüm kutsal yazıların bir varış yerinin, bir kuzey yıldızının ve bir gerçekleşmesinin olduğunu açıkladı. İkinci olarak, İsa kendisinin o gerçekleşme, yani Rabb’in meshedilmişi olan Mesih olduğunu söyledi. Özet olarak şunları söylüyordu:
“O kuzey yıldızı Benim! Kutsal yazının işaret ettiği Benim. Dinlediğiniz bu Yazı bugün yerine gelmiştir.”
İsa savında son derece cesurdu. Bu O’nun hizmetinin başlangıcıydı, yine de insanları hayatlarının tüm umutlarını kendisine bağla- malarından çekinmedi.
Modern dilde söyleyecek olursak, bu O’nun göreve başlama konuşmasıydı. O’nun gündemini ve Allah’tan aldığı görevi özetliyordu. İsa, Mesih olarak beş özel görevi yerine getireceğini söyledi. O’nun sözlerine daha yakından bakalım.
Birinci olarak, şöyle dedi:
“Rab’bin Ruhu üzerimdedir. Çünkü O beni... meshetti.”
İsa, kendisinin Mesih olduğunu ikrar etti.46 Meshedilmiş Kişi olarak şunları yapacaktı:
1) Fakirlere müjdeyi iletecek.
2) Esirlere serbest bırakılacaklarını duyuracak.
3) Körlerin gözlerini açacak.
4) Ezilenleri özgürlüğe kavuşturacak.
5) Rabb’in lütuf yılını ilan edecekti.
İsa’nın fakirlere vaaz edeceği müjde, göğün krallığına açık bir davetiyeydi. O’nun müjde bildirisi Matta 25. bölüm, 34. ayette kısa ve öz bir şekilde bildirilmiştir:
34 “Sizler, Babam’ın kutsadıkları, gelin! ... Dünya kurulduğun- dan beri sizin için hazırlanmış olan egemenliği miras alın!”
İsa’nın daveti nedir? Sizin için hazırlanmış olan bir hediyeyi, bir mirası almanızdır. İsa’nın mesajına neden “müjde” denildiğini anlıyor musunuz? İsa’nın mesajı halka şunu söylemekti:
“Siz Allah’ın vasiyetine yazıldınız!”
Bu vaat sizi de kapsamaktadır, bunlar ebedî umudunuzu dayandırabileceğiniz sözlerdir! İsa, iman edecek olan herkese Allah’ın Krallığı’nın kapılarını açtı.
İsa aynı zamanda esirleri özgürlüğe kavuşturdu. Gittiği her yerde cinleri kovdu. Hatta günümüzde dahi insanlar cinlerin verdiği sıkıntıdan İsa Mesih’in gücüyle kurtuluyorlar. İsa Şeytan’ın etkisi ya da cinlerin gücünün laneti altında bağlı olanları özgürlüğe kavuşturdu. İsa, iblisin kontrolünü kırma ve insanların normal mutlu hayatlar yaşamalarına yardımcı olma yetkisine sahipti. İsa halen bu güce sahiptir!
İsa körlerin gözlerini de açtı. Onları iyileştirerek yeniden görebilmelerini sağladı. İsa’yı izleyerek, körlerin çiçekleri ve tarlaları ilk kez görebildikleri için sevinçle hoplayıp zıpladıklarına tanık olmak kim bilir ne kadar harikaydı. İsa’nın çevresindeyken kalabalıklarda sürekli bir heyecan ve mutluluk olmuş olmalı. O bazılarına el koyuyor, bazılarıyla sadece konuşuyordu. Kutsal Kitap, İsa’nın farklı kör adamları iyileştirdiği dört belirli olaydan bahsediyor, birkaçına da atıfta bulunuyor. İşte bunlardan birinin Markos 10. bölüm, 46–52 ayetlerinde yer alan öyküsü:
46 Sonra Eriha’ya geldiler. İsa, öğrencileri ve büyük bir kalabalıkla birlikte Eriha’dan ayrılırken, Timay oğlu Bartimay adında kör bir dilenci yol kenarında oturuyordu. 47 Nasıralı İsa’nın orada olduğunu duyunca, “Ey Davut Oğlu İsa, halime acı!” diye bağırmaya başladı. 48 Birçok kimse onu azarlayarak susturmak istediyse de o, “Ey Davut Oğlu, halime acı!” diyerek daha çok bağırdı. 49 İsa durdu, “Çağırın onu” dedi. Kör adama seslenerek, “Ne mutlu sana! Kalk, seni çağırıyor!” dediler. 50 Adam abasını üstünden atarak ayağa fırladı ve İsa’nın yanına geldi. 51 İsa, “Senin için ne yapmamı istiyorsun?” diye sordu. Kör adam, “Rabbuni,47 gözlerim görsün” dedi. 52 İsa, Gidebilirsin, imanın seni kurtardı” dedi. Adam o anda yeniden görmeye başladı ve yol boyunca İsa’nın ardından gitti.
İsa ayrıca hayat görüşleri bunalım, kendinden nefret ve endişe ile kararmış olan insanların ruhsal gözlerini de açıyordu. Yahudilik dininin ve bunun ağır törenler yükünün ağırlığı altında bunalanlara sürekli olarak umut verdi. Erkeklerin ve kadınların gözlerini, dinin törenselliğin ötesinde bir şey olduğu gerçeğine açtı. Luka 11. bölüm 34–36 ayetlerinde, İsa insanlara Allah’ın kendilerine verdiği ruhsal görüş için dikkatli vekilharçlar olmalarını söyledi:
34 Bedenin ışığı gözdür. Gözün sağlamsa, bütün bedenin de aydınlık olur. Gözün bozuksa, bedenin de karanlık olur. 35 Öyleyse dikkat et, sendeki ‘ışık’ karanlık olmasın. 36 Eğer bütün bedenin aydınlık olur ve hiçbir yanı karanlık kalmazsa, kandilin seni ışınlarıyla aydınlattığı zamanki gibi, bedenin tümden aydınlık olur.
Evet, İsa Yeşaya’nın peygamberlik sözünü yerine getirdi. Vaftizci Yahya, İsa’ya o zamana kadar peygamberlerin tüm söylediklerinin “yerine gelmesi” olup olmadığını doğrudan sordu. Yahya’nın sorusunu ve İsa’nın yanıtını Matta 11. bölüm, 2–6 ayetlerinde okuyalım:
2–3 Tutukevinde bulunan Yahya, Mesih’in yaptığı işleri duyunca, O’na gönderdiği öğrencileri aracılığıyla şunu sordu: “Gelecek Olan sen misin, yoksa başkasını mı bekleyelim?” 4 İsa onlara şöyle karşılık verdi: “Gidin, işitip gördüklerinizi Yahya’ya bildirin. 5 Körlerin gözleri açılıyor, kötürümler yürüyor, cüzamlılar temiz kılınıyor, sağırlar işitiyor, ölüler diriliyor ve Müjde yoksullara duyuruluyor. 6 Benden ötürü sendeleyip düşmeyene ne mutlu!”
İsa’nın mutlu dediği biri olmak ne güzeldir! İsa şöyle dedi:
“Benden ötürü sendeleyip düşmeyene ne mutlu!”
Ne yazık ki bazıları O’ndan ötürü sendeleyip düşmüştür, ve hâlâ düşmektedir. Öykümüze geri dönelim ve İsa tomarı okuduktan sonra ne olduğunu görelim. Luka 4. bölüm, 23–32 ayetleriyle devam edebiliriz:
23 İsa onlara şöyle dedi: “Kuşkusuz bana şu deyimi hatırlatacaksınız: ‘Ey hekim, önce kendini iyileştir! Kefar- nahum’da yaptıklarını duyduk. Aynısını burada, kendi memleketinde de yap.’” 24 “Size doğrusunu söyleyeyim” diye devam etti İsa, “Hiçbir peygamber kendi memleketinde kabul görmez. 25 Yine size gerçeği söyleyeyim, gökyüzünün üç yıl altı ay kapalı kaldığı, bütün ülkede korkunç bir kıtlığın baş gösterdiği İlyas zamanında İsrail’de çok sayıda dul kadın vardı. 26 İlyas bunlardan hiçbirine gönderilmedi; yalnız Sayda bölgesinin Sarefat Kenti’nde bulunan dul bir kadına gönderildi. 27 Peygamber Elişa’nın zamanında İsrail’de çok sayıda cüzamlı vardı. Bunlardan hiçbiri iyileştirilmedi; yalnız Suriyeli Naaman iyileştirildi.” 28 Havradakiler bu sözleri duyunca öfkeden kudurdular. 29 Ayağa kalkıp İsa’yı kentin dışına kovdular. O’nu uçurumdan aşağı atmak için kentin kurulduğu tepenin yamacına götürdüler. 30 Ama İsa onların arasından geçerek oradan uzaklaştı. 31 Sonra İsa Celile’nin Kefarnahum Kenti’ne gitti. Şabat Günü halka öğretiyordu. 32 Yetkiyle konuştuğu için O’nun öğretişine şaşıp kaldılar.
Bu kalabalık İsa’nın sözlerine sevinç ve hayret duymaktan, ken- dilerini O’nu uçurumdan atmaya zorlayacak bir öfkeye nasıl geçebildi? Bu sorunun yanıtı İsa’nın kullandığı Naaman’la ve İlyas’a yardımcı olan dulla ilgili öykülerde gizlidir: Naaman ve dul kadın Yahudi değillerdi, Uluslardandılar! İsa’nın havradaki dinleyicileri kimlerdi? Yahudilerdi. İsa kısacası Uluslardan olanların peygamberlerin sözünü dinledikleri için Yahudilerden daha akıllı olduklarını söylüyordu! Nasıra’daki cemaat kendilerinin Allah tarafından bereketlenmiş olduklarını, özgürlüğe kavuşturulması ve gözlerinin açılması gerekenlerin ise Uluslardan olanlar olduğunu düşünüyorlardı. Ancak İsa, “Dinlediğiniz bu yazı bugün yerine gelmiştir” dediğinde, karanlıkta olan ve müjdeyi duyması gerekenlerin Yahudiler olduğunu belirtiyordu! Yahudiler bunu kabul edemediler ve İsa’yı kovdular.
Einstein ile İnönü arasındaki muammalı durumla ilgili öykümüze geri dönelim. Tıpkı İsa’nın yaptığı gibi, Başkan İnönü de bir Yahudiyi hayal kırıklığına uğratmak üzereydi, yani Einstein’ı. İşte İsmet İnönü’nün Einstein’a gönderdiği 14 Kasım 1933 tarihli cevap mektubu:
Değerli Profesör,
Almanya’da şu anda yürürlükte olan yasalar nedeniyle bilimsel ve tıbbi çalışmalarını bundan böyle yürütemeyecek olan 40 profesörün ve doktorun Türkiye tarafından kabul edilmesini talep eden 17 Eylül 1933 tarihli mektubunuzu aldım.
Bu beylerin hükümetimize bağlı kurumlarımızda bir yıl boyunca ücret almadan çalışmaya gönüllü olacaklarını da dikkate aldım.
Teklifinizin çok cazip olduğunu kabul etmekle beraber, bunu ülkemizin yasa ve yönetmeliklerine uygun olarak gerçekleştirme imkânını görmediğimi size bildirmek zorundayım.
Değerli Profesör, bildiğiniz gibi şu anda kırktan fazla profesör ve doktoru sözleşmeli olarak istihdam etmiş bulunuyoruz. Bunların çoğu, benzer niteliklere ve kapasitelere sahip olarak, kendilerini aynı politik şartlar altında bulmaktadır. Bu profesörler ve doktorlar burada yürürlükteki yasalara ve yönetmeliklere bağlı olarak çalışmayı kabul ettiler.
Hâlihazırda çok farklı kökenlerin, kültürlerin ve dillerin üyeleriyle birlikte çok hassas bir organizma kurmaya çalışıyoruz. Dolayısıyla, kendimizi içinde bulduğumuz cari koşullar altında bu beyler arasından başka personel istihdam etmenin imkânsız olacağını üzülerek bildiririm.
Değerli Profesör, talebinizi yerine getiremediğimizden ötürü üzüntülerimi ifade eder, samimi duygularıma inanmanızı rica ederim.”
Başkan İnönü’nün mektubu görünürde Einstein’ın ricasına kapıları kapatıyordu, tıpkı İsa’nın kendi memleketi olan Nasıra’da yaşayan Yahudilere kapıları görünürde kapattığı gibi. Fakat gerçekte Türk hükümetinde bir plan zaten uygulamaya konulmuştu.
Zira birkaç ay önce, Atatürk’ün üniversite reformlarının sonucunda, Yahudi kökenli olduğu için Almanya’da işinden atılan ilk kişiler arısında olan Phillip Schwarz, 30 Yahudi profesörün Türkiye’de çeşitli görevlere getirilmeleri için başvuruda bulunmuştu. Prof. Einstein’ın bilmediği, kendi mektubu daha ulaşmadan önce İnönü’nün ve kadrosunun Schwarz’ın ricasında söz ettiği kişileri yeni kurulan İstanbul Üniversitesi’nde istihdam ederek kurtarmayı kabul ettikleriydi. Fakat Türkiye’nin kurtarıcı rolü bundan çok daha büyük olacaktı. Avrupa’daki savaşlar sona ermeden önce, Türkiye yalnızca Schwarz’a başlangıçta söz verildiği üzere 30 kişiyi değil, İnönü’ye yazılan mektupta belirtilen kırk kişiyi de değil, fakat 190’ın üzerinde erkeği artı ailelerini kurtardı. Aydınlar, bilim adamları, doktorlar, hukuk uzmanları, mimarlar, kütüphaneciler ve müzisyenler kurtarılmıştı!
Tıpkı bir Yahudi olan İsa’nın Uluslardan olanlar için beklenmedik bir kurtarıcı olduğu gibi, Müslüman bir ulus olan Türkiye de Yahudiler için beklenmedik bir kurtarıcı oldu! Alışılmadık bir durum, fakat aynen böyle oldu. Dahası Türkiye Almanya’dan, Avusturya’dan, Çekoslovakya’dan, Fransa’dan ve İspanya’dan Yahudileri kurtardı. Türkiye aslında Profesör Albert Einstein’ın en büyük dileğini yerine getirdi.
Türkiye yaklaşık iki yüz erkeğin ve bunların ailelerinin kaderini değiştirdi. Peki ya İsa? Kendisine göre, O’nun körlerin, ezilmişlerin, fakirlerin ve umutsuzların kaderini değiştirmeye gücü vardır. Ve bunu yaptı da!
Zengin bir işadamı yaklaşık 50 yıl önce gittiği ilkokula geri dönmüştü. Altıncı sınıflardan birine konuşma yapmak için gelmişti. Adam, okuldaki çocukluk anıları adına, motive edici bir konuşma yapmayı kabul etti. Ancak gerçek şu ki, ne okul, ne de mahalle yıllar öncesinden hatırladığına hiç benzemiyordu. Bir varoşa dönüşmüştü ve artık fakir, yıkık dökük ve tehlikeliydi.
Adam öğrencilere, “Çok çalışın, böylece başarılı olursunuz.” demeyi amaçlamıştı.
Fakat programın ilk etkinlikleri sırasında okul müdürü işadamının kulağına eğilerek okul öğrencilerinin dörtte üçünün muhtemelen liseyi hiçbir zaman bitiremeyeceklerini fısıldadı. Kendilerini yakındaki fabrikalarda çalışırken bulacaklardı. Bu, onu konuşmasını ayaküstü değiştirmeye teşvik etti. Altıncı sınıflardan liseyi bitirerek mezun olacak herkese üniversite masraflarını karşılamak üzere karşılıksız burs vermeyi vadetti. Öğrencileri kendi hayallerini kurmaya teşvik etti ve hede erini gerçekleştirebilmelerine yardımcı olmak için elinden gelen her şeyi yapmaya söz verdi.
O gençler için bu bir dönüm noktasıydı. Bu adam onlara daha önce hiç sahip olmadıkları bir şey vermişti: umut. Adam bunu boş bir vaat olarak bırakmayıp, çocuklara lise hayatları boyunca etkin yardım ve yeni bir vizyon sağlayan bir vakıf kurdu. Altı yıl sonra, o vaadi ilk işiten 61 çocuğun %90’ı liseyi bitirdi. Sonunda 37’si üniversiteyi bitirdi, bu daha önce o fakir mahallede duyulmamış bir şeydi. Umut! O gençler adama inandılar ve bu hayatlarında büyük bir değişiklik meydana getirdi. Tabii ki adam milyonerdi, bu da umutlarının daha da somutlaşmasında etkili oldu. Onun vaadini yerine getireceğini biliyorlardı!
Ya siz? İsa, umudunuzu bağlamaya değecek bir vaatte bulunmuştur. O, kör adama sordu:
“Senin için ne yapmamı istiyorsun?”
Kör adamı iyileştiren onun imanıydı. İsa’nın sizin için ne yapabileceğine inanıyorsunuz?
Tartışma Soruları
1. Albert Einstein’ın mektup yazarak yardım istemesi için Türkiye’yi iyi bir aday yapan neydi? Türkiye’ye gelmeleri için davet mektubu alan 190 kişinin aile fertlerinden biri olsaydınız ne hissederdiniz?
2. İsa neden havraya gitti?
3. İsa Yeşaya’da okuduğu bölümle ilgili olarak hangi iddiada bulunuyordu?
4. Dersten, İsa’nın vaaz ettiği “müjde”yi gözden geçirin. Sizce bu mesaj yalnızca O’nun zamanında yaşayan insanlar
için miydi? O’nun mesajı günümüzde yaşayan bizler için geçerli midir? Eğer günümüzde bizim için de geçerliyse,
sizce insanların çoğu ihtiyaç içinde olduklarına inanacak kadar alçakgönüllü olacaklar mıdır? Peki ya siz?
45 Orijinal yazılarda bölüm ve ayet ayrımı yoktur. Bu ayrımlar derin çalışmayı ve referanslamayı kolaylaştırmak için, kitap olarak derleme sırasında sonradan eklenmiştir.
46 Bu “meshediş”le ilgili ayrıntılı bilgi için Mezmur 2’ye bakın.
47 Aramice’de “öğretmenim” anlamına gelir.
Bu ders içinizdeki umudu uyandırma amacını gütmektedir. Bu dersleri işlemeye başladınız, çünkü benzersizsiniz. Allah’ı ve O’nun sözünü tanıyarak hayatınızın daha iyi olabileceği umuduna sarılıyorsunuz. Bu umudun nasıl gerçeğe dönüştürülebileceğini birlikte öğrenelim.
İnanılmaz bir keşifti. 2006 yılında Eylül 1933 tarihli, yanlış yere konmuş ve unutulmuş bir mektup bulundu. Mektup “Ekselansları”na hitaben yazılmıştı, dolayısıyla büyük ihtimalle Atatürk’e gön- derilmesi amaçlanmıştı. Ancak mektubu alan Başbakan İnönü oldu. Başbakan İnönü’nün sekreterinin, masasına bir yığın mektubu koyduğunu ve şöyle dediğini düşünün:
“Efendim, Paris’ten acilen dikkatinize sunulan sıra dışı bir rica var.”
Mektubu eline alan Başbakan, “Prof. Albert Einstein” imzasını gördüğünde muhakkak şaşırmıştır.
Prof. Einstein’ın mektubu şöyle başlıyordu:
“Ekselanslarından Alman yurttaşı kırk profesör ve doktorun bilimsel ve tıbbi çalışmalarına Türkiye’de devam edebilmeleri için gereğinin yapılması ricasında bulunuyorum. Yukarıda sözü edilenler Almanya’da şu anda yürürlükte olan yasalar nedeniyle işlerine bundan böyle devam edemeyecekler. Bu kişilerin büyük çoğunluğu engin deneyime, bilgiye ve bilimsel erdemlere sahiptir; ve yeni bir ülkeye yerleştiklerinde çok yararlı olabilirler.
1930’ların Nazi partisi şekillenirken, kanaat önderlerine, bilhassa Yahudi kökenli olanlara karşı gitgide artan bir düşmanlık sergilemeye başladı. Einstein akrabalarını, dostlarını, dostlarının akrabalarını, hatta yabancıları dahi Hitler yandaşlarından kurtarmak için hararetle çalıştı. Einstein yüzlerce kişi için bir kurtarıcı oldu. Kişisel olarak davaya bağlanmıştı; Türkiye hükümetine yazdığı bu mektup gibilerini yazmakla kalmayıp, göçmenlik bürosunun talep ettiği $2000’ı onların isimlerine açtığı banka hesaplarına yatırıyordu. Geleceğe dair sadece bir önseziyle, zeki kişileri hapisten ya da ölümden kurtarmak umudundaydı.
Mektup 30 Eylül 1933 tarihinde İngilizceden Türkçeye tercüme edildi. Sorun, böyle bir ricaya karşılık olarak ne yapılacağıydı. Modern bir eğitim sistemi tesis etmeye çalışan genç bir ulus için büyük bir fırsattı, fakat aynı zamanda masra ıydı da. Bu nedenle mektup başbakanın kabinesinde bir kişiden diğerine geçip durdu. Mektubun kenar boşluklarına birkaç kişi tarafından düşülmüş olan notlar, karar vermenin zor olduğuna tanıklık ediyor. Sağ üstteki not İnönü’nün mektubu 9 Ekim’de o zamanın Milli Eğitim Bakanlığı olan Maarif Vekaleti’ne havale ettiğini gösteriyor. Diğer notlar o zamanki bakan olan Reşit Galip’e atfediliyor. Bir kişi şöyle demiş:
“Bu teklif [yürürlükteki yasaların] maddelerine uygun değildir.” Başka biri şöyle beyan etmiş:
“Hüküm süren koşullar nedeniyle bunu kabul etmek mümkün değildir.”
İnönü muhakkak derin derin düşünmüş olmalı:
“Böyle bir mektupla, üstelik dünyanın bilim camiasının böylesi nüfuzlu bir üyesinden gelen bu mektupla ne yapacağım?”
Bir tarafta, Osmanlı İmparatorluğu’nun çoktan beridir ihmal ettiği konularda Türkleri eğitebilecek öğretmenlerin ithal edilmesi Türkiye’yi sanayide ve bilimde yıllarca ileri götürebilirdi. Öte yandan, uzun süreden beri müttefıki olan Almanya’yla arasının bozulmasına neden olabilirdi. Dahası, bu adamları nereye yerleştireceklerdi? Üstelik kanunlarına göre yasal gibi görünmüyordu. O zamanki Türkiye’nin bugünkü gibi mali sermayeye ve üniversiteler ağına sahip, güçlü bir ülke olmadığını da unutmamalıyız. Einstein’ın mektubunun Ankara’da pek çok konuşmanın odak noktası olduğundan emin olabiliriz.
Prof. Einstein mektubu kişisel bir ricayla bitiriyordu:
“Bu başvuruyu desteklemek üzere, haddim olmayarak ifade etmek isterim ki, umudum hükümetinizin bu ricayı yerine getirmekle yalnızca yüce bir insaniyet eylemi icra etmekle kalmayıp, aynı zamanda kendi ülkenize de yarar sağlayacağı yönündedir.”
Sonra da veda ediyordu:
“Ekselanslarının itaatkâr hizmetkârı olmaktan şeref duyarım, Prof. Albert Einstein.”
Türkiye son derece çaresiz kalmış bir avuç canın umudu ve kurtarıcısı olması için edilen böylesi samimi bir ricaya nasıl karşılık verecekti?
Bu ilginç öyküye burada ara vererek dersimizin kutsal yazı kısmını gözden geçirelim. İsa’nın hayatını titizlikle araştırmaktayız. Önceki derslerimizden birinde İsa 40 günlük bir orucu henüz bitirmiş ve Şeytan’ın ayartılarına karşı galip gelmişti. Şimdi 30 yaşındadır ve 3 yıllık kamu hizmetine başlamak üzeredir. Bundan sonra neler olduğunu görmek için dikkatimizi Luka 4. bölüm, 14–16 ayetlerine çevirelim:
14 İsa, Ruh’un gücüyle donanmış olarak Celile’ye döndü. Haber bütün bölgeye yayıldı. 15 Oranın havralarında öğretiyor, herkes tarafından övülüyordu. 16 İsa, büyüdüğü Nasıra Kenti’ne geldiğinde her zamanki gibi Şabat Günü havraya gitti. Kutsal Yazılar’ı okumak üzere ayağa kalk[tı]...
Celile yaklaşık 80 kilometre uzunluğunda, 40 kilometre genişliğinde, ortada tatlı su gölü olan küçük bir bölgeydi. Bölge son derece verimliydi ve her türden meyve, zeytin ve kabuklu yemiş ağacı yetişiyordu. İdeal tarım koşulları nedeniyle göl çevresinde yaklaşık küçük köy vardı. İsa’nın hizmetinin bu bölümü ilkbahara benzetilmektedir, zira bu O’nun işinin başlangıcıydı ve her yerde bahar çiçeklerinin getirdiği sevinç gibi hoş karşılanıyordu.
Bu metinde İsa’nın sinagoga sadık bir şekilde gitmeye devam ettiğini görüyoruz. Sinagog, tıpkı bir cami gibi, dua edilen ve Kutsal Yazılar’ın okunduğu bir yerdi. Ancak öğretim kısmı camiden biraz farklıydı. Normalde yerli ya da misafir bir kişiye konuşma fırsatı veriliyordu, zira profesyonel din görevliliği ya da ilahiyat eğitimi referansları gerekmiyordu. Böylece İsa konuşmaya davet edildi.
Muhakkak hatırlarsınız, Sebt günü Allah’ın bereketlediği ve kutsal kıldığı yedinci gündür. Allah Sebt gününü Adem ile Havva’ya ve onların tüm nesillerine bir ibadet, dinlenme ve birliktelik günü olarak verdi. İsa, Allah’ın Aden bahçesinde belirlediği yedinci gün olan cumartesi günü sinagoga giderek, Allah’ı yüceltiyordu. O günlerde kadim peygamberlerin yazılarından bir bölüm okuyarak üzerinde yorum yapmak adettendi. İsa’nın ne yaptığını Luka 4. bölüm, 17. ayette görelim:
17 O’na Peygamber Yeşaya’nın Kitabı verildi. Kitabı açarak şu sözlerin yazılı olduğu yeri buldu:
O günlerde bildiğimiz şekilde kitaplar yoktu, yalnızca tomarlar vardı. 1947 yılında bir gün, genç bir çoban, Ölü Deniz yakınlarında Qumran’da dolanırken kayıp keçisini aramak için bir mağraya taş attı ve bir testinin kırıldığını işitti. İçeriye girince içi tomarlarla dolu pek çok kil testi gördü. Bunlar, 2000 yıldan eski meşhur Ölü Deniz Tomarlarıydı. Bu tomarlar, Musa’nın Kitapları’nı, Mezmurlar’ı, Daniel, Yeşaya ve diğer peygamberlerin yazılarını içeren Eski Ahit’in bütünüydü. İnanılmaz bir keşifti, çünkü tomarlar Mesih’ten 200 yıl öncesine aitti. Dolayısıyla bir anlamda, modern zamanlarda kutsal yazıların orijinallerinden değiştirilmiş olduğunu söyleyenleri utandırıyorlardı. Evet! Ölü Deniz’de bulunan tomarlar günümüzdeki yazılarla neredeyse birebir aynıydı! Ölü Deniz tomarları Allah’ın sözünün tahrif edildiği suçlamalarını geçersiz hale getiren sağlam kanıtlar vermektedir. Bu tomarlar Allah’ın, sözünü 2200 yıl öncesinden günümüze dek koruduğunu göstermektedir.
İsa’ya bu türden bir tomar verilmiş olmalıdır. Tomar, büyük bir taş ya da ahşap masanın üzerine açılırdı. Bu eski masalardan biri, Salihli yakınlarındaki Sart harabelerinde bulunan sinagogunun kalıntılarında halen görülebilir. Yeşaya’nın tomarı kürsüye konulduğunda İsa bunu açtı ve çok özel bir metni aramaya başladı. Sonunda İsa Yeşaya altmış birinci bölümde45 aradığı yeri buldu. İsa okurken, Yeşaya 43. bölüm, 7. ayetten bazı konuları da okuduklarıyla birleştirdi. İsa’nın kalkarak, Luka 4. bölüm, 18–20 ayetlerinde kayıtlı olan şu sözleri okuduğunu hayal edin:
18–19 “Rab’bin Ruhu üzerimdedir. Çünkü O beni yoksullara Müjde’yi iletmek için meshetti. Tutsaklara serbest bırakılacaklarını, körlere gözlerinin açılacağını duyurmak için, ezilenleri özgürlüğe kavuşturmak ve Rab’bin lütuf yılını ilan etmek için Beni gönderdi.” 20 Sonra kitabı kapattı, görevliye geri verip oturdu. Havradakilerin hepsi dikkatle O’na bakıyordu.
İsa’nın neden o belirli kutsal yazı bölümünü aradığı şimdi anlaşılmıştı. Neredeyse 700 yıl önce, kendisi hakkında, yani Mesih hakkında yazılmış olan umut dolu bir metin okumak istemişti! Tüm gözler halen üzerindeyken, İsa bu metne bir ünlem işareti koydu. Söylediklerini Luke 4. bölüm, 21. ayette okuyalım:
21 İsa, “Dinlediğiniz bu Yazı bugün yerine gelmiştir” diye konuşmaya başladı.
İsa burada ne söylüyordu? Birincisi, kadim kutsal yazıların büyük birisine işaret ettiğini. Başka bir deyişle, kutsal yazı sadece öykülerden ya da hikmetli kirlerden meydana gelmiş bir derleme değildi. Aksine, İsa tüm kutsal yazıların bir varış yerinin, bir kuzey yıldızının ve bir gerçekleşmesinin olduğunu açıkladı. İkinci olarak, İsa kendisinin o gerçekleşme, yani Rabb’in meshedilmişi olan Mesih olduğunu söyledi. Özet olarak şunları söylüyordu:
“O kuzey yıldızı Benim! Kutsal yazının işaret ettiği Benim. Dinlediğiniz bu Yazı bugün yerine gelmiştir.”
İsa savında son derece cesurdu. Bu O’nun hizmetinin başlangıcıydı, yine de insanları hayatlarının tüm umutlarını kendisine bağla- malarından çekinmedi.
Modern dilde söyleyecek olursak, bu O’nun göreve başlama konuşmasıydı. O’nun gündemini ve Allah’tan aldığı görevi özetliyordu. İsa, Mesih olarak beş özel görevi yerine getireceğini söyledi. O’nun sözlerine daha yakından bakalım.
Birinci olarak, şöyle dedi:
“Rab’bin Ruhu üzerimdedir. Çünkü O beni... meshetti.”
İsa, kendisinin Mesih olduğunu ikrar etti.46 Meshedilmiş Kişi olarak şunları yapacaktı:
1) Fakirlere müjdeyi iletecek.
2) Esirlere serbest bırakılacaklarını duyuracak.
3) Körlerin gözlerini açacak.
4) Ezilenleri özgürlüğe kavuşturacak.
5) Rabb’in lütuf yılını ilan edecekti.
İsa’nın fakirlere vaaz edeceği müjde, göğün krallığına açık bir davetiyeydi. O’nun müjde bildirisi Matta 25. bölüm, 34. ayette kısa ve öz bir şekilde bildirilmiştir:
34 “Sizler, Babam’ın kutsadıkları, gelin! ... Dünya kurulduğun- dan beri sizin için hazırlanmış olan egemenliği miras alın!”
İsa’nın daveti nedir? Sizin için hazırlanmış olan bir hediyeyi, bir mirası almanızdır. İsa’nın mesajına neden “müjde” denildiğini anlıyor musunuz? İsa’nın mesajı halka şunu söylemekti:
“Siz Allah’ın vasiyetine yazıldınız!”
Bu vaat sizi de kapsamaktadır, bunlar ebedî umudunuzu dayandırabileceğiniz sözlerdir! İsa, iman edecek olan herkese Allah’ın Krallığı’nın kapılarını açtı.
İsa aynı zamanda esirleri özgürlüğe kavuşturdu. Gittiği her yerde cinleri kovdu. Hatta günümüzde dahi insanlar cinlerin verdiği sıkıntıdan İsa Mesih’in gücüyle kurtuluyorlar. İsa Şeytan’ın etkisi ya da cinlerin gücünün laneti altında bağlı olanları özgürlüğe kavuşturdu. İsa, iblisin kontrolünü kırma ve insanların normal mutlu hayatlar yaşamalarına yardımcı olma yetkisine sahipti. İsa halen bu güce sahiptir!
İsa körlerin gözlerini de açtı. Onları iyileştirerek yeniden görebilmelerini sağladı. İsa’yı izleyerek, körlerin çiçekleri ve tarlaları ilk kez görebildikleri için sevinçle hoplayıp zıpladıklarına tanık olmak kim bilir ne kadar harikaydı. İsa’nın çevresindeyken kalabalıklarda sürekli bir heyecan ve mutluluk olmuş olmalı. O bazılarına el koyuyor, bazılarıyla sadece konuşuyordu. Kutsal Kitap, İsa’nın farklı kör adamları iyileştirdiği dört belirli olaydan bahsediyor, birkaçına da atıfta bulunuyor. İşte bunlardan birinin Markos 10. bölüm, 46–52 ayetlerinde yer alan öyküsü:
46 Sonra Eriha’ya geldiler. İsa, öğrencileri ve büyük bir kalabalıkla birlikte Eriha’dan ayrılırken, Timay oğlu Bartimay adında kör bir dilenci yol kenarında oturuyordu. 47 Nasıralı İsa’nın orada olduğunu duyunca, “Ey Davut Oğlu İsa, halime acı!” diye bağırmaya başladı. 48 Birçok kimse onu azarlayarak susturmak istediyse de o, “Ey Davut Oğlu, halime acı!” diyerek daha çok bağırdı. 49 İsa durdu, “Çağırın onu” dedi. Kör adama seslenerek, “Ne mutlu sana! Kalk, seni çağırıyor!” dediler. 50 Adam abasını üstünden atarak ayağa fırladı ve İsa’nın yanına geldi. 51 İsa, “Senin için ne yapmamı istiyorsun?” diye sordu. Kör adam, “Rabbuni,47 gözlerim görsün” dedi. 52 İsa, Gidebilirsin, imanın seni kurtardı” dedi. Adam o anda yeniden görmeye başladı ve yol boyunca İsa’nın ardından gitti.
İsa ayrıca hayat görüşleri bunalım, kendinden nefret ve endişe ile kararmış olan insanların ruhsal gözlerini de açıyordu. Yahudilik dininin ve bunun ağır törenler yükünün ağırlığı altında bunalanlara sürekli olarak umut verdi. Erkeklerin ve kadınların gözlerini, dinin törenselliğin ötesinde bir şey olduğu gerçeğine açtı. Luka 11. bölüm 34–36 ayetlerinde, İsa insanlara Allah’ın kendilerine verdiği ruhsal görüş için dikkatli vekilharçlar olmalarını söyledi:
34 Bedenin ışığı gözdür. Gözün sağlamsa, bütün bedenin de aydınlık olur. Gözün bozuksa, bedenin de karanlık olur. 35 Öyleyse dikkat et, sendeki ‘ışık’ karanlık olmasın. 36 Eğer bütün bedenin aydınlık olur ve hiçbir yanı karanlık kalmazsa, kandilin seni ışınlarıyla aydınlattığı zamanki gibi, bedenin tümden aydınlık olur.
Evet, İsa Yeşaya’nın peygamberlik sözünü yerine getirdi. Vaftizci Yahya, İsa’ya o zamana kadar peygamberlerin tüm söylediklerinin “yerine gelmesi” olup olmadığını doğrudan sordu. Yahya’nın sorusunu ve İsa’nın yanıtını Matta 11. bölüm, 2–6 ayetlerinde okuyalım:
2–3 Tutukevinde bulunan Yahya, Mesih’in yaptığı işleri duyunca, O’na gönderdiği öğrencileri aracılığıyla şunu sordu: “Gelecek Olan sen misin, yoksa başkasını mı bekleyelim?” 4 İsa onlara şöyle karşılık verdi: “Gidin, işitip gördüklerinizi Yahya’ya bildirin. 5 Körlerin gözleri açılıyor, kötürümler yürüyor, cüzamlılar temiz kılınıyor, sağırlar işitiyor, ölüler diriliyor ve Müjde yoksullara duyuruluyor. 6 Benden ötürü sendeleyip düşmeyene ne mutlu!”
İsa’nın mutlu dediği biri olmak ne güzeldir! İsa şöyle dedi:
“Benden ötürü sendeleyip düşmeyene ne mutlu!”
Ne yazık ki bazıları O’ndan ötürü sendeleyip düşmüştür, ve hâlâ düşmektedir. Öykümüze geri dönelim ve İsa tomarı okuduktan sonra ne olduğunu görelim. Luka 4. bölüm, 23–32 ayetleriyle devam edebiliriz:
23 İsa onlara şöyle dedi: “Kuşkusuz bana şu deyimi hatırlatacaksınız: ‘Ey hekim, önce kendini iyileştir! Kefar- nahum’da yaptıklarını duyduk. Aynısını burada, kendi memleketinde de yap.’” 24 “Size doğrusunu söyleyeyim” diye devam etti İsa, “Hiçbir peygamber kendi memleketinde kabul görmez. 25 Yine size gerçeği söyleyeyim, gökyüzünün üç yıl altı ay kapalı kaldığı, bütün ülkede korkunç bir kıtlığın baş gösterdiği İlyas zamanında İsrail’de çok sayıda dul kadın vardı. 26 İlyas bunlardan hiçbirine gönderilmedi; yalnız Sayda bölgesinin Sarefat Kenti’nde bulunan dul bir kadına gönderildi. 27 Peygamber Elişa’nın zamanında İsrail’de çok sayıda cüzamlı vardı. Bunlardan hiçbiri iyileştirilmedi; yalnız Suriyeli Naaman iyileştirildi.” 28 Havradakiler bu sözleri duyunca öfkeden kudurdular. 29 Ayağa kalkıp İsa’yı kentin dışına kovdular. O’nu uçurumdan aşağı atmak için kentin kurulduğu tepenin yamacına götürdüler. 30 Ama İsa onların arasından geçerek oradan uzaklaştı. 31 Sonra İsa Celile’nin Kefarnahum Kenti’ne gitti. Şabat Günü halka öğretiyordu. 32 Yetkiyle konuştuğu için O’nun öğretişine şaşıp kaldılar.
Bu kalabalık İsa’nın sözlerine sevinç ve hayret duymaktan, ken- dilerini O’nu uçurumdan atmaya zorlayacak bir öfkeye nasıl geçebildi? Bu sorunun yanıtı İsa’nın kullandığı Naaman’la ve İlyas’a yardımcı olan dulla ilgili öykülerde gizlidir: Naaman ve dul kadın Yahudi değillerdi, Uluslardandılar! İsa’nın havradaki dinleyicileri kimlerdi? Yahudilerdi. İsa kısacası Uluslardan olanların peygamberlerin sözünü dinledikleri için Yahudilerden daha akıllı olduklarını söylüyordu! Nasıra’daki cemaat kendilerinin Allah tarafından bereketlenmiş olduklarını, özgürlüğe kavuşturulması ve gözlerinin açılması gerekenlerin ise Uluslardan olanlar olduğunu düşünüyorlardı. Ancak İsa, “Dinlediğiniz bu yazı bugün yerine gelmiştir” dediğinde, karanlıkta olan ve müjdeyi duyması gerekenlerin Yahudiler olduğunu belirtiyordu! Yahudiler bunu kabul edemediler ve İsa’yı kovdular.
Einstein ile İnönü arasındaki muammalı durumla ilgili öykümüze geri dönelim. Tıpkı İsa’nın yaptığı gibi, Başkan İnönü de bir Yahudiyi hayal kırıklığına uğratmak üzereydi, yani Einstein’ı. İşte İsmet İnönü’nün Einstein’a gönderdiği 14 Kasım 1933 tarihli cevap mektubu:
Değerli Profesör,
Almanya’da şu anda yürürlükte olan yasalar nedeniyle bilimsel ve tıbbi çalışmalarını bundan böyle yürütemeyecek olan 40 profesörün ve doktorun Türkiye tarafından kabul edilmesini talep eden 17 Eylül 1933 tarihli mektubunuzu aldım.
Bu beylerin hükümetimize bağlı kurumlarımızda bir yıl boyunca ücret almadan çalışmaya gönüllü olacaklarını da dikkate aldım.
Teklifinizin çok cazip olduğunu kabul etmekle beraber, bunu ülkemizin yasa ve yönetmeliklerine uygun olarak gerçekleştirme imkânını görmediğimi size bildirmek zorundayım.
Değerli Profesör, bildiğiniz gibi şu anda kırktan fazla profesör ve doktoru sözleşmeli olarak istihdam etmiş bulunuyoruz. Bunların çoğu, benzer niteliklere ve kapasitelere sahip olarak, kendilerini aynı politik şartlar altında bulmaktadır. Bu profesörler ve doktorlar burada yürürlükteki yasalara ve yönetmeliklere bağlı olarak çalışmayı kabul ettiler.
Hâlihazırda çok farklı kökenlerin, kültürlerin ve dillerin üyeleriyle birlikte çok hassas bir organizma kurmaya çalışıyoruz. Dolayısıyla, kendimizi içinde bulduğumuz cari koşullar altında bu beyler arasından başka personel istihdam etmenin imkânsız olacağını üzülerek bildiririm.
Değerli Profesör, talebinizi yerine getiremediğimizden ötürü üzüntülerimi ifade eder, samimi duygularıma inanmanızı rica ederim.”
Başkan İnönü’nün mektubu görünürde Einstein’ın ricasına kapıları kapatıyordu, tıpkı İsa’nın kendi memleketi olan Nasıra’da yaşayan Yahudilere kapıları görünürde kapattığı gibi. Fakat gerçekte Türk hükümetinde bir plan zaten uygulamaya konulmuştu.
Zira birkaç ay önce, Atatürk’ün üniversite reformlarının sonucunda, Yahudi kökenli olduğu için Almanya’da işinden atılan ilk kişiler arısında olan Phillip Schwarz, 30 Yahudi profesörün Türkiye’de çeşitli görevlere getirilmeleri için başvuruda bulunmuştu. Prof. Einstein’ın bilmediği, kendi mektubu daha ulaşmadan önce İnönü’nün ve kadrosunun Schwarz’ın ricasında söz ettiği kişileri yeni kurulan İstanbul Üniversitesi’nde istihdam ederek kurtarmayı kabul ettikleriydi. Fakat Türkiye’nin kurtarıcı rolü bundan çok daha büyük olacaktı. Avrupa’daki savaşlar sona ermeden önce, Türkiye yalnızca Schwarz’a başlangıçta söz verildiği üzere 30 kişiyi değil, İnönü’ye yazılan mektupta belirtilen kırk kişiyi de değil, fakat 190’ın üzerinde erkeği artı ailelerini kurtardı. Aydınlar, bilim adamları, doktorlar, hukuk uzmanları, mimarlar, kütüphaneciler ve müzisyenler kurtarılmıştı!
Tıpkı bir Yahudi olan İsa’nın Uluslardan olanlar için beklenmedik bir kurtarıcı olduğu gibi, Müslüman bir ulus olan Türkiye de Yahudiler için beklenmedik bir kurtarıcı oldu! Alışılmadık bir durum, fakat aynen böyle oldu. Dahası Türkiye Almanya’dan, Avusturya’dan, Çekoslovakya’dan, Fransa’dan ve İspanya’dan Yahudileri kurtardı. Türkiye aslında Profesör Albert Einstein’ın en büyük dileğini yerine getirdi.
Türkiye yaklaşık iki yüz erkeğin ve bunların ailelerinin kaderini değiştirdi. Peki ya İsa? Kendisine göre, O’nun körlerin, ezilmişlerin, fakirlerin ve umutsuzların kaderini değiştirmeye gücü vardır. Ve bunu yaptı da!
Zengin bir işadamı yaklaşık 50 yıl önce gittiği ilkokula geri dönmüştü. Altıncı sınıflardan birine konuşma yapmak için gelmişti. Adam, okuldaki çocukluk anıları adına, motive edici bir konuşma yapmayı kabul etti. Ancak gerçek şu ki, ne okul, ne de mahalle yıllar öncesinden hatırladığına hiç benzemiyordu. Bir varoşa dönüşmüştü ve artık fakir, yıkık dökük ve tehlikeliydi.
Adam öğrencilere, “Çok çalışın, böylece başarılı olursunuz.” demeyi amaçlamıştı.
Fakat programın ilk etkinlikleri sırasında okul müdürü işadamının kulağına eğilerek okul öğrencilerinin dörtte üçünün muhtemelen liseyi hiçbir zaman bitiremeyeceklerini fısıldadı. Kendilerini yakındaki fabrikalarda çalışırken bulacaklardı. Bu, onu konuşmasını ayaküstü değiştirmeye teşvik etti. Altıncı sınıflardan liseyi bitirerek mezun olacak herkese üniversite masraflarını karşılamak üzere karşılıksız burs vermeyi vadetti. Öğrencileri kendi hayallerini kurmaya teşvik etti ve hede erini gerçekleştirebilmelerine yardımcı olmak için elinden gelen her şeyi yapmaya söz verdi.
O gençler için bu bir dönüm noktasıydı. Bu adam onlara daha önce hiç sahip olmadıkları bir şey vermişti: umut. Adam bunu boş bir vaat olarak bırakmayıp, çocuklara lise hayatları boyunca etkin yardım ve yeni bir vizyon sağlayan bir vakıf kurdu. Altı yıl sonra, o vaadi ilk işiten 61 çocuğun %90’ı liseyi bitirdi. Sonunda 37’si üniversiteyi bitirdi, bu daha önce o fakir mahallede duyulmamış bir şeydi. Umut! O gençler adama inandılar ve bu hayatlarında büyük bir değişiklik meydana getirdi. Tabii ki adam milyonerdi, bu da umutlarının daha da somutlaşmasında etkili oldu. Onun vaadini yerine getireceğini biliyorlardı!
Ya siz? İsa, umudunuzu bağlamaya değecek bir vaatte bulunmuştur. O, kör adama sordu:
“Senin için ne yapmamı istiyorsun?”
Kör adamı iyileştiren onun imanıydı. İsa’nın sizin için ne yapabileceğine inanıyorsunuz?
Tartışma Soruları
1. Albert Einstein’ın mektup yazarak yardım istemesi için Türkiye’yi iyi bir aday yapan neydi? Türkiye’ye gelmeleri için davet mektubu alan 190 kişinin aile fertlerinden biri olsaydınız ne hissederdiniz?
2. İsa neden havraya gitti?
3. İsa Yeşaya’da okuduğu bölümle ilgili olarak hangi iddiada bulunuyordu?
4. Dersten, İsa’nın vaaz ettiği “müjde”yi gözden geçirin. Sizce bu mesaj yalnızca O’nun zamanında yaşayan insanlar
için miydi? O’nun mesajı günümüzde yaşayan bizler için geçerli midir? Eğer günümüzde bizim için de geçerliyse,
sizce insanların çoğu ihtiyaç içinde olduklarına inanacak kadar alçakgönüllü olacaklar mıdır? Peki ya siz?
45 Orijinal yazılarda bölüm ve ayet ayrımı yoktur. Bu ayrımlar derin çalışmayı ve referanslamayı kolaylaştırmak için, kitap olarak derleme sırasında sonradan eklenmiştir.
46 Bu “meshediş”le ilgili ayrıntılı bilgi için Mezmur 2’ye bakın.
47 Aramice’de “öğretmenim” anlamına gelir.