En büyük korkularınızdan bazılarının kaynağının şüphe olduğunu öğrenmek sizi şaşırtır mıydı? Hepimiz birinin bizi sevdiğini, ölümden sonra ne olduğunu, gelecekte neler olacağını ve gerçekte kim olduğumuzu bilmek isteriz. Bu konular hakkında şüphemiz olduğundan, hayatın en büyük sorularının yanıtlarını arıyoruz.
Bu dersimizde insani şüpheden kaynaklanan iç çekişmesine bakacağız ve Allah’ın zihinlerimizden tüm şüpheleri gidermek için mümkün olan her yolu kullandığını göreceğiz. O bizim kendisinin kim olduğu, neyi sevdiği ve neyden nefret ettiği, insanlığa nasıl yardımcı olduğu ve gelecekte neler olacağı konusunda net bir görüşe sahip olmamızı ister. Allah’ın şüpheyi gidermekteki temel amacı, sevginin önündeki en büyük engel olan korkuyu gidermektir. Önceki derslerimizde O’nun korkuyu peygamberlik sözleri ile, doğa olayları ile, mucizelerle, melekler aracılığıyla, hatta konuşarak giderdiğini görmüştük. Kutsal Kitap anlatısını okumadan önce, ülkemizin kurucusunun yeni ülkenin yurttaşlarındaki şüpheleri nasıl gidermeye çalıştığını görelim.
1923 yılında Mustafa Kemal dünyanın yükünü omuzlarında taşıyordu. Türk halkını yıkımın küllerinden çekip çıkarmış ve ellerine yeni bir ülke ile yeni bir kimlik bırakmıştı. Bazılarına göre kavga sona ermiş ve iş tamamlanmıştı. Fakat Atatürk daha yeni başladığını biliyordu. Ona göre, bu yeni Cumhuriyet’in ve en önemlisi onun halkının yalnızca barış, diplomasi, eğitim ve eşitlik temelli sağlam yönetim ilkeleri ile güvende olabileceği son derece belirgindi; Türk halkının tüm bunlardan emin olmasını istiyordu. Bu nedenle ülkeyi gezerek konuşmalar yaptı, mektuplar yazdı ve kişisel düşüncelerini günlüklere kaydetti. Hayatının işi, Türk halkının zihinlerinden dünyanın tarihindeki ve geleceğindeki kendi yerlerine dair şüpheyi kaldırmaktı. Onun ünlü sözlerinden bazılarını gözden geçirmeye savaş hakkında bir düşünceyle başlayalım:
Millet hayatı tehlikeye maruz kalmayınca, savaş cinayettir.75
Atatürk bu sözü söylediğinde Adana’da çiftçilere hitap ediyordu. Bu çok önemliydi, zira onun savaştan ne pahasına olursa olsun kaçınılması gerektiği inancını ifade ediyordu. Bu Türkiye’nin 2. Dünya Savaşı’nın dışında kalmasını sağlayan ve onun dünya barışı hakkındaki ünlü sözünde de rahatlıkla görülebilecek olan bir felsefeydi:
Yurtta sulh, cihanda sulh.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Soğuk Savaş insan kalbinin gerçekte ne kadar soğuk olduğuna dair örneklerden biriydi. Fakat son 20 yıldır çok şey değişti. Şimdi tüm ülkelerin birbirine bağımlı olduğu bir zamanda yaşıyoruz. Bu sembiyozun yan ürünlerinden biri, dünya barışı için umudun yenilenmesidir. Dünyamız tam anlamıyla bir “küresel köy”e dönmüştür. Dünyanın dört bir yanında üretilen yiyecekleri yiyor, giysileri giyiyor ve cihazları kullanıyoruz. Tek bir düğmeye basarak dünyanın dört bir yanından canlı programlar izleyebiliyoruz. “Bilgi otoyolu”nda seyahat edebiliyor, çeşitli ülkelerden gelen kaynaklarla üretilmiş olan bilgisayarı kullanarak Venezuela’da bir üniversite öğrencisinin hayatını okuyabiliyoruz. Gerçek anlamda birbirimize bağımlıyız. Atatürk, Türkiye’nin iç meseleleri barışçıl ve demokratik araçlarla çözmek için çalışması halinde diğer ülkelerin de böyle yapmalarına yardımcı olabileceğine dair hiçbir şüphe bırakmadı. Atatürk şöyle dedi:
İnsanlık tek bir bedendir ve her ulus bu bedenin parçalarıdır. Hiçbir zaman “Dünyanın bir yerleri hasta ise bundan bana ne?” dememeliyiz. Böyle bir hastalık varsa, bu hastalıktan kendimiz muzdaripmişiz gibi onunla ilgilenmeliyiz.
Atatürk’ün zihninde yeryüzünün ulusları bir arada çalışmaktan sorumluydular ve Türkiye bundan hariç tutulmayacaktı. Bu nedenle Türkiye Birleşmiş Milletler’in kurucu üyesi oldu. Evet, Atatürk Türkiye’nin küresel ailenin, yani hem erkeklerle hem de kadınlarla aynı ölçüde ilgilenen ailenin bir parçası olacağına dair hiçbir şüphe bırakmamıştır.
İnsan soyu iki cinsten meydana gelmiştir, kadınlar ve erkekler. Yalnızca bir bölümün geliştirilmesi, diğer bölümün ise ihmal edilmesiyle toplumun gelişmesi mümkün müdür? Bir toplumun bir yarısı yere zincirle bağlı olarak diğer yarısının göklerde süzülmesi mümkün müdür?
Atatürk’ün cinsiyet eşitliğine inandığına şüphe yok. İnsan cinsiyetine bakılmaksızın eğitim, çalışma ve kişisel tercih haklarına sahip olmalıdır. Bu onun taviz vermeyeceği bir ilkeydi; tüm eğitim, devlet ve ticaret kurumlarında en güzel örneğini görebileceğimiz bir ilke.
Belki hiç böyle düşünmemişsinizdir, fakat basit bir gözlem ve araştırma Atatürk’ün Türk halkının zihinlerindeki şüpheleri gidermek istediğini gösterir. Onun Türkiye tarihinin ve halkının büyüklüğü hakkındaki pek çok sözü, Türk halkının dünya olaylarındaki önemine dair hiçbir şüphe bırakmamıştır. Onun savaş, barış ve küresel birlik hakkındaki kirleri, büyük bir ulus olarak Türkiye’nin sorumluluğu konusunda hiçbir şüphe bırakmamıştır. Son olarak, onun cinsiyet eşitliğine yönelik kirleri ve yaptığı reformlar, Türkiye’nin hem erkek hem de kadın yurttaşlarının katkılarıyla modern bir ulus olduğuna dair hiçbir şüphe bırakmamıştır. Dünyadaki yerimiz ya da değerimiz hakkında şüpheye düştüyseniz, Atatürk’ün hedefinin bu şüpheleri ortadan kaldırmak ve halk olarak özgüvenimizi kuvvetlendirmek olduğunu hatırlayın.
Şimdi Kutsal Kitap’a dönelim ve Allah’ın üç adamın zihinlerindeki şüpheyi nasıl giderdiğini görelim.
İsa henüz 12 yaşındayken tapınakta ilk kez vaaz ettiğinden beri, insanlar O’nun kim olduğunu merak ediyordu. Pek çok kişi ancak O Şeria Irmağı’nda vaftiz olduktan sonra O’nun Mesih olduğunu düşünmeye başladı. Ancak O’nun yaptığı birçok mucizeye, öğretişindeki yetkiye ve pek çok peygamberlik sözünün yerine gelmesine rağmen şüpheler halen devam ediyordu.
“Nasıra’dan iyi bir şey çıkabilir mi?” diye akıl yürütüyorlardı.
“O Meryem ile Yusuf’un oğlu olan bir marangoz. Hahamlık okullarına bile gitmedi!”
“Bazıları onun Şeria Irmağı’nda vaftiz olduğu gün Allah’ın konuştuğunu söylüyorlar. Fakat ben yalnızca gök gürlemesi duydum.”
İnsan bu şüphelerin haklı olduğunu ileri sürebilir. Ne de olsa İsa kendisinin Mesih/İnsanoğlu/Allah’ın Oğlu olduğuna dair muazzam iddialarda bulunuyordu. Ancak İsa bu şeyleri kendine dikkat çekmek için söylemiyordu. Önceki derslerimizden birinde gördüğünüz gibi, O yalnızca Allah’ın kendisinden istediğini yerine getiriyordu. O sadece Allah’ın zaten söylemiş olduğu şeyi tekrarlıyordu.
İsa işte bu çerçevede öğrencilerinden üçünü Kutsal Kitap tarihinin en görkemli anlarından birine tanık olmak üzere seçti. Matta 17. bölüm, 1. ayetle başlayalım:
1 Altı gün sonra İsa, yanına yalnız Petrus, Yakup ve Yakup’un kardeşi Yuhanna’yı alarak yüksek bir dağa çıktı.
Henüz altı gün önce, İsa öğrencilerine çok ciddi bir haber vermişti. Onlara en açık sözlerle kendisinin Yeruşalim’e gideceğini, acı çekeceğini ve öldürüleceğini söylemişti. Öğrenciler o kadar sarsıldılar ki, ne tepki vereceklerini bilemediler. İsa’ya hiçbir zaman karşı gelmemişler, O’nun sözlerine inançsızlık etmemişlerdi. Fakat Petrus öğretmeninin, efendisinin ve akıl hocasının, öldürülmek bir yana, ölmesi düşüncesine dahi dayanamadı. Böylece söz aldı:
“Bu sana asla olamaz!”
İsa’nın sert yanıtı Petrus’un tüylerini diken diken etti. İsa’nın daha kısa süre önce övdüğü adam şimdi azarlanıyordu.
“Çekil önümden, Şeytan! Bana engel oluyorsun.”76
İsa’nın yanıtı sert gibi görünse de, sözünün Petrus’a yönelik olmadığını aklımızdan çıkarmamalıyız. Daha ziyade Petrus’un sözlerini ilham edene yönelikti. İsa Şeytan’ın taktiklerine çölde geçirdiği zamandan aşinaydı ve Petrus’un İblis tarafından kullanılmakta olduğunu biliyordu. Petrus O’nun en iyi arkadaşlarından biriydi; buna rağmen İsa, Allah’ın O’nu yapmak üzere gönderdiği işten vazgeçmesine ya da geri adım atmasına neden olacak hiçbir etkiye boyun eğecek değildi.
Petrus, Yakup ve Yuhanna dağa tırmanırlarken İsa’nın kendilerine henüz söylemiş olduğu sözleri düşündüler. İsa gibi bir adamın, mucizeler yapan bir peygamberin nasıl olup da böyle bir şekilde ölebileceğini anlamıyorlardı. Hiç mantıklı değildi. Şaşkınlık için- deydiler, zihinleri şüpheyle doluydu ve tek kelime söylemeden yürümeye devam ettiler.
Ancak İsa öğrencileri şüphe içinde bırakmaya niyetli değildi. Onların kendisinin kim olduğuna ve ne yapması gerektiğine dair daha iyi bir anlayışa sahip olmalarını istiyordu. Gelecek ayların daha tehlikeli olacağını ve öğrencilerin imanının güçlendirilmesi gerekeceğini biliyordu. Böylece İsa, Allah’ın onların gözlerini açması ve söylediklerinin doğru olduğunu daha muazzam bir şekilde onlara bildirmesi için dua etti. Bundan sonra neler olduğunu 2. ayette okuyalım:
2 Onların gözü önünde İsa’nın görünümü değişti. Yüzü güneş gibi parladı, giysileri ışık gibi bembeyaz oldu.
Öğrenciler İsa’ya bakarken O güneş gibi parlamaya başladı ve yollarda yıpranmış giysileri kar gibi beyaz oldu. Tıpkı İsa’nın Matta 16. bölüm, 28. ayette söylediği gibi:
28 Size doğrusunu söyleyeyim, burada bulunanlar arasında, İnsanoğlu’nun kendi egemenliği içinde gelişini görmeden ölümü tatmayacak olanlar var.
Petrus, Yakup ve Yuhanna İsa’yı tüm görkeminde gördüler. Bir an için insanlık kisvesi kaldırıldı ve Mesih İsa, İnsanoğlu, gerçekte olduğu Kişi olarak görüldü! O neydi? Gökten inmiş olan Allah’ın Oğlu’ydu. Ancak tüm gördükleri bu değildi. 3. ve 4. ayetlerle devam edelim:
3 O anda Musa’yla İlyas öğrencilere göründü. İsa’yla konuşuyorlardı. 4 Petrus İsa’ya, “Ya Rab” dedi, “Burada bulunmamız ne iyi oldu! İstersen burada üç çardak kurayım: Biri sana, biri Musa’ya, biri de İlyas’a.”
Musa ile İlyas Eski Antlaşma’daki en büyük peygamberlerden ikisiydi. Musa Sina Dağı’nda Allah’la konuşmuş ve 10 Emir’i almıştı. İlyas Karmel Dağı’nda Allah’ın kudretine tanık olmuş, İsrail krallarının putperestliğine karşı savaş vermiş ve ölmeden göğe alınmıştı. Dağ zirvelerinde Allah ile kudretli görüşmelerde bulunmuş olan bu iki adam, şimdi tanıklar olarak başka bir dağın zirvesinde duruyorlardı. İsa’yla birlikte görünmeleri mucizevi ve önemliydi, çünkü Allah’ın tasarısının sürekliliğini gösteriyordu. Öz olarak, Allah öğrencilere şunu söylüyordu:
Peygamberler aracılığıyla çeşitli defalar ortaya koymuş olduğum bir olaya tanıklık ediyorsunuz. ‘Aranızdan çıkacak olan peygamber’77 geldi, “[yılanın] başını ezecek”78 olan soy ortaya çıktı. “Harika Öğütçü” ve “Esenlik Önderi”79 aranızdadır.
Öğrenciler görmekte oldukları şeye hayret ettiler. Kutsal Kitap’ın anlatısı bunun gerçek olduğuna hiçbir şüphe bırakmıyor. O kadar gerçekti ki, Petrus üç adamın da orada kalmaları için çardaklar kurmak istedi. Sorabilecekleri soruları hayal edin! Fakat Allah’ın işi bitmemişti. Onların tüm şüphelerini gidermek istiyordu. Onlara İsa’nın söylediğinin gerçek olduğuna dair güvence vermek istedi. Neler olduğunu görmek için Matta 17. bölüm, 5–6 ayetlerine bakalım:
5 Petrus daha konuşurken parlak bir bulut onlara gölge saldı. Buluttan gelen bir ses, “Sevgili Oğlum budur, O’ndan hoşnudum. O’nu dinleyin!” dedi. 6 Öğrenciler bunu işitince, dehşet içinde yüzüstü yere kapandılar.
Olay başlı başına gizemli değilmiş gibi, İsa ile öğrenciler parlak bir bulutla çevrelendiler. Bölge tıpkı Başrahibin Kefaret Günü’nde Allah’ın huzuruna girdiği En Kutsal Yer gibi olmuştur. Sonra net ve yüksek bir ses konuştu:
“Sevgili Oğlum budur, O’ndan hoşnudum. O’nu dinleyin!”
Öğrenciler muhakkak Allah’ın huzurunda olduklarını biliyorlardı. Düşünmeye zamanları bile yoktu. Allah henüz bir sözcüğü söylemeyi bitirmeden, O’nun sesi onları dizlerinin üzerine çöktürmüştü. Siz olsanız farklı bir tepki verebilir miydiniz?
Allah “O’nu dinleyin” dediğinde, İsa’nın söylemiş olduğu ve söyleyeceği her şeyi onaylıyordu. Öz olarak, Allah şöyle diyordu:
“İsa’nın söylediklerinden hiç şüphe etmeyin. O’nun sözleri gerçektir ve doğrudan Benden kaynaklanmaktadır! Öyle olmasaydı, buna izin vermezdim. O’nun kim olduğundan ve söylediklerinden hoşnudum. Siz de öyle olmalısınız!”
Allah’ın konuşması biter bitmez sahne normale döndü. Ancak öğrenciler halen başları kollarının arasında, titreyerek yerde durmakta olduklarından bunu fark etmediler. Matta 17. bölüm, 7. ve 8. ayetlerden okumaya devam edelim:
7 İsa gelip onlara dokundu, “Kalkın, korkmayın!” dedi. 8 Başlarını kaldırınca İsa’dan başka kimseyi göremediler.
Öğrencilerin dağa çıkarken hangi şüpheleri vardıysa, şimdi yok olmuştu. İsa’nın kim olduğunu ve kimin yetkisiyle konuştuğunu biliyorlardı. Ancak bir sürpriz daha vardı. 9–13 ayetleriyle bitirelim:
9 Dağdan inerlerken İsa onlara, “İnsanoğlu ölümden dirilme- den, gördüklerinizi kimseye söylemeyin” diye buyurdu. 10 Öğrencileri O’na şunu sordular: “Peki, din bilginleri neden önce İlyas’ın gelmesi gerektiğini söylüyorlar?” 11 İsa, “İlyas gerçek- ten gelecek ve her şeyi yeniden düzene koyacak” diye yanıtladı. 12 “Size şunu söyleyeyim, İlyas zaten geldi, ama onu tanıma- dılar, ona yapmadıklarını bırakmadılar. Aynı şekilde İnsanoğlu da onların elinden acı çekecektir.” 13 O zaman öğrenciler İsa’nın kendilerine Vaftizci Yahya’dan söz ettiğini anladılar.
İsa onların tanık oldukları şeyi kimseye söylemelerini istemedi. Aralarında kalacak bir sırdı. Kesinlikle tüm bu şeylerin nasıl, neden veya ne zaman meydana geleceğini anlamıyorlardı. Fakat Allah’ın konuşmasını duyduktan sonra şüphe etmemeleri gerektiğini biliyorlardı!
26 Aralık 1944 tarihinde, Hiroo Onoda adında bir Japon istihbarat subayı Filipinler’deki Lubang adasına gönderildi. Adaya yapılacak düşman saldırılarını engellemek için elinden geleni yapması emredilmişti, buna limandaki uçuş pistini ve iskeleyi tahrip etmek de dâhildi. Aldığı emirler arasında hiçbir suretle teslim olmaması ya da kendi canını almaması da vardı.
28 Şubat 1945 tarihinde Müttefik kuvvetler varınca adayı ele geçirdiler. Onoda ve emrindeki diğer üç asker haricinde herkes ya ölmüş, ya da teslim olmuştu. Aldığı emirleri ölüm pahasına yerine getirmeye kararlı olan Onoda, diğer askerlere dağlarda saklanmalarını emretti.
Üç farklı sefer, Onoda ve adamlarının teslim olmaları için uçaktan 205 broşürler atıldı ya da çeşitli yerlere bırakıldı. Ekim 1945 tarihinde ilk broşürü okudular:
“Savaş 15 Ağustos’ta sona erdi. Dağlardan inin!” yazıyordu.
Fakat Onoda ile adamları broşürlere inanmadılar ve bunun yalnızca Müttefik propagandası olduğunu sandılar.
İkinci broşür 1945 yılının sonunda atıldı. Bu sırada bir yıldan uzun bir süredir saklanmaktaydılar. Broşürü On Dördüncü Bölge Ordusu’nun komutanı General Tomoyuki Yamashita yazmış olmasına ve Onoda da adamlarına teslim olmalarını emretmesine rağmen, Onoda iyice inceledikten sonra bunun da bir kandırmaca olduğuna karar verdi.
Yedi yıl sonra Onoda ormanda dağılmış bir halde mektuplar ve aile fotoğrafları buldu. Anlaşılan bunlar da uçaktan atılmışlardı, teslim olarak eve dönmesi için ısrar ediyorlardı. Fakat Onoda halen şüpheliydi. Kendisine hiçbir zaman teslim olmaması söylenmişti, bu yüzden tüm bu broşürler sahte olmalıydı. Böylece kalmaya karar verdi. 1972 yılında Onoda başlangıçtaki dört askerden geriye kalan tek kişiydi.
İki yıl sonra Norio Suzuki adlı bir Japon, Onoda’yla temas kurdu. Dost olmalarına ve Suzuki’nin ondan eve dönmesini rica etmesine rağmen, Onoda üstü bir subayın kendisine bizzat emretmedikçe adadan ayrılmayı reddetti.
Suzuki, Onoda’yla karşılaştığının kanıtı olarak birlikte çekilen fotoğraflarıyla Japonya’ya geri döndü. Japon hükümeti anlattığı öyküyü duyunca, artık kitapçılık yapmakta olan Onoda’nın birlik komutanı Binbaşı Taniguchi’yi buldu. 9 Mart 1974 tarihinde Lubang’a uçarak Onoda’yla buluştu ve 1944 yılında verilen vaadi yerine getirdi:
“Ne olursa olsun sizin için geri döneceğiz.”
Aldığı emirler şu şekildeydi
Böylece Onoda hiçbir zaman teslim olmadan görevden alındı. Kılıcını, halen çalışır durumdaki Arisaka Tip 99 tüfeğini, 500 mermilik cephanesini, birkaç el bombasını ve 1944 yılında annesinin kendini koruması için verdiği hançeri teslim etti.80
Savaşın bittiğinden şüphe ettiği için yaklaşık 30 yıl dağlarda saklandı. Tüm broşürleri okumuş, Müttefik kuvvetleri görmüş ve tüm söylentileri duymuştu. Ve buna rağmen şüphesi devam etti. Savaşın sona ermiş olduğuna kendi komutanından emir aldığı zaman nihayet inandı.
Okuyucu, siz de bir emir aldınız. Allah tıpkı öğrencilere İsa’yı dinlemelerini söylediği gibi, size de dinlemenizi söylüyor. Ama sizin bir seçeneğiniz var. Tüm belirtilerin, tanıkların ve kutsal yazıların İsa’nın kimliğine ilişkin gerçeği ilan etmelerine rağmen şüphe etmeye devam mı edeceksiniz? Yoksa Allah’ın kargaşa ormanından çıkmanız, İsa’yı dinlemeniz ve O’nun sözlerine itaat etmeniz ve hayatınızın tüm günlerinde O’nu izlemeniz emrine itaat mi edeceksiniz? Şüphenin sizi ele geçirmesine izin vermeyin. Kaderinizin kontrolünü elinize alın ve değişin!
Tartışma Soruları
1. En büyük korkularınız neler? Bu korkuların herhangi birinde şüphe rol oynuyor mu?
2. Kutsal Kitap’ın gerçeği hakkında şüpheleri olan birini nasıl yüreklendirebilirsiniz?
3. İsa’nın kim olduğuna ilişkin şüpheleriniz var mı?
4. Bir şeye inanmak için tüm ayrıntıları anlamanız gerekir mi?
5. Şüphe anlarında imanın rolü nedir?
75 http://en.wikiquote.org/wiki/Mustafa_Kemal_Atatürk
76 Bkz. Matta 16:23.
77 Bkz. Yasanın Tekrarı 18:15, 18.
78 Bkz. Yaratılış 3:15.
79 Bkz. Yeşaya 9:6.
80 http://en.wikipedia.org/wiki/Hiroo_Onoda
Bu dersimizde insani şüpheden kaynaklanan iç çekişmesine bakacağız ve Allah’ın zihinlerimizden tüm şüpheleri gidermek için mümkün olan her yolu kullandığını göreceğiz. O bizim kendisinin kim olduğu, neyi sevdiği ve neyden nefret ettiği, insanlığa nasıl yardımcı olduğu ve gelecekte neler olacağı konusunda net bir görüşe sahip olmamızı ister. Allah’ın şüpheyi gidermekteki temel amacı, sevginin önündeki en büyük engel olan korkuyu gidermektir. Önceki derslerimizde O’nun korkuyu peygamberlik sözleri ile, doğa olayları ile, mucizelerle, melekler aracılığıyla, hatta konuşarak giderdiğini görmüştük. Kutsal Kitap anlatısını okumadan önce, ülkemizin kurucusunun yeni ülkenin yurttaşlarındaki şüpheleri nasıl gidermeye çalıştığını görelim.
1923 yılında Mustafa Kemal dünyanın yükünü omuzlarında taşıyordu. Türk halkını yıkımın küllerinden çekip çıkarmış ve ellerine yeni bir ülke ile yeni bir kimlik bırakmıştı. Bazılarına göre kavga sona ermiş ve iş tamamlanmıştı. Fakat Atatürk daha yeni başladığını biliyordu. Ona göre, bu yeni Cumhuriyet’in ve en önemlisi onun halkının yalnızca barış, diplomasi, eğitim ve eşitlik temelli sağlam yönetim ilkeleri ile güvende olabileceği son derece belirgindi; Türk halkının tüm bunlardan emin olmasını istiyordu. Bu nedenle ülkeyi gezerek konuşmalar yaptı, mektuplar yazdı ve kişisel düşüncelerini günlüklere kaydetti. Hayatının işi, Türk halkının zihinlerinden dünyanın tarihindeki ve geleceğindeki kendi yerlerine dair şüpheyi kaldırmaktı. Onun ünlü sözlerinden bazılarını gözden geçirmeye savaş hakkında bir düşünceyle başlayalım:
Millet hayatı tehlikeye maruz kalmayınca, savaş cinayettir.75
Atatürk bu sözü söylediğinde Adana’da çiftçilere hitap ediyordu. Bu çok önemliydi, zira onun savaştan ne pahasına olursa olsun kaçınılması gerektiği inancını ifade ediyordu. Bu Türkiye’nin 2. Dünya Savaşı’nın dışında kalmasını sağlayan ve onun dünya barışı hakkındaki ünlü sözünde de rahatlıkla görülebilecek olan bir felsefeydi:
Yurtta sulh, cihanda sulh.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Soğuk Savaş insan kalbinin gerçekte ne kadar soğuk olduğuna dair örneklerden biriydi. Fakat son 20 yıldır çok şey değişti. Şimdi tüm ülkelerin birbirine bağımlı olduğu bir zamanda yaşıyoruz. Bu sembiyozun yan ürünlerinden biri, dünya barışı için umudun yenilenmesidir. Dünyamız tam anlamıyla bir “küresel köy”e dönmüştür. Dünyanın dört bir yanında üretilen yiyecekleri yiyor, giysileri giyiyor ve cihazları kullanıyoruz. Tek bir düğmeye basarak dünyanın dört bir yanından canlı programlar izleyebiliyoruz. “Bilgi otoyolu”nda seyahat edebiliyor, çeşitli ülkelerden gelen kaynaklarla üretilmiş olan bilgisayarı kullanarak Venezuela’da bir üniversite öğrencisinin hayatını okuyabiliyoruz. Gerçek anlamda birbirimize bağımlıyız. Atatürk, Türkiye’nin iç meseleleri barışçıl ve demokratik araçlarla çözmek için çalışması halinde diğer ülkelerin de böyle yapmalarına yardımcı olabileceğine dair hiçbir şüphe bırakmadı. Atatürk şöyle dedi:
İnsanlık tek bir bedendir ve her ulus bu bedenin parçalarıdır. Hiçbir zaman “Dünyanın bir yerleri hasta ise bundan bana ne?” dememeliyiz. Böyle bir hastalık varsa, bu hastalıktan kendimiz muzdaripmişiz gibi onunla ilgilenmeliyiz.
Atatürk’ün zihninde yeryüzünün ulusları bir arada çalışmaktan sorumluydular ve Türkiye bundan hariç tutulmayacaktı. Bu nedenle Türkiye Birleşmiş Milletler’in kurucu üyesi oldu. Evet, Atatürk Türkiye’nin küresel ailenin, yani hem erkeklerle hem de kadınlarla aynı ölçüde ilgilenen ailenin bir parçası olacağına dair hiçbir şüphe bırakmamıştır.
İnsan soyu iki cinsten meydana gelmiştir, kadınlar ve erkekler. Yalnızca bir bölümün geliştirilmesi, diğer bölümün ise ihmal edilmesiyle toplumun gelişmesi mümkün müdür? Bir toplumun bir yarısı yere zincirle bağlı olarak diğer yarısının göklerde süzülmesi mümkün müdür?
Atatürk’ün cinsiyet eşitliğine inandığına şüphe yok. İnsan cinsiyetine bakılmaksızın eğitim, çalışma ve kişisel tercih haklarına sahip olmalıdır. Bu onun taviz vermeyeceği bir ilkeydi; tüm eğitim, devlet ve ticaret kurumlarında en güzel örneğini görebileceğimiz bir ilke.
Belki hiç böyle düşünmemişsinizdir, fakat basit bir gözlem ve araştırma Atatürk’ün Türk halkının zihinlerindeki şüpheleri gidermek istediğini gösterir. Onun Türkiye tarihinin ve halkının büyüklüğü hakkındaki pek çok sözü, Türk halkının dünya olaylarındaki önemine dair hiçbir şüphe bırakmamıştır. Onun savaş, barış ve küresel birlik hakkındaki kirleri, büyük bir ulus olarak Türkiye’nin sorumluluğu konusunda hiçbir şüphe bırakmamıştır. Son olarak, onun cinsiyet eşitliğine yönelik kirleri ve yaptığı reformlar, Türkiye’nin hem erkek hem de kadın yurttaşlarının katkılarıyla modern bir ulus olduğuna dair hiçbir şüphe bırakmamıştır. Dünyadaki yerimiz ya da değerimiz hakkında şüpheye düştüyseniz, Atatürk’ün hedefinin bu şüpheleri ortadan kaldırmak ve halk olarak özgüvenimizi kuvvetlendirmek olduğunu hatırlayın.
Şimdi Kutsal Kitap’a dönelim ve Allah’ın üç adamın zihinlerindeki şüpheyi nasıl giderdiğini görelim.
İsa henüz 12 yaşındayken tapınakta ilk kez vaaz ettiğinden beri, insanlar O’nun kim olduğunu merak ediyordu. Pek çok kişi ancak O Şeria Irmağı’nda vaftiz olduktan sonra O’nun Mesih olduğunu düşünmeye başladı. Ancak O’nun yaptığı birçok mucizeye, öğretişindeki yetkiye ve pek çok peygamberlik sözünün yerine gelmesine rağmen şüpheler halen devam ediyordu.
“Nasıra’dan iyi bir şey çıkabilir mi?” diye akıl yürütüyorlardı.
“O Meryem ile Yusuf’un oğlu olan bir marangoz. Hahamlık okullarına bile gitmedi!”
“Bazıları onun Şeria Irmağı’nda vaftiz olduğu gün Allah’ın konuştuğunu söylüyorlar. Fakat ben yalnızca gök gürlemesi duydum.”
İnsan bu şüphelerin haklı olduğunu ileri sürebilir. Ne de olsa İsa kendisinin Mesih/İnsanoğlu/Allah’ın Oğlu olduğuna dair muazzam iddialarda bulunuyordu. Ancak İsa bu şeyleri kendine dikkat çekmek için söylemiyordu. Önceki derslerimizden birinde gördüğünüz gibi, O yalnızca Allah’ın kendisinden istediğini yerine getiriyordu. O sadece Allah’ın zaten söylemiş olduğu şeyi tekrarlıyordu.
İsa işte bu çerçevede öğrencilerinden üçünü Kutsal Kitap tarihinin en görkemli anlarından birine tanık olmak üzere seçti. Matta 17. bölüm, 1. ayetle başlayalım:
1 Altı gün sonra İsa, yanına yalnız Petrus, Yakup ve Yakup’un kardeşi Yuhanna’yı alarak yüksek bir dağa çıktı.
Henüz altı gün önce, İsa öğrencilerine çok ciddi bir haber vermişti. Onlara en açık sözlerle kendisinin Yeruşalim’e gideceğini, acı çekeceğini ve öldürüleceğini söylemişti. Öğrenciler o kadar sarsıldılar ki, ne tepki vereceklerini bilemediler. İsa’ya hiçbir zaman karşı gelmemişler, O’nun sözlerine inançsızlık etmemişlerdi. Fakat Petrus öğretmeninin, efendisinin ve akıl hocasının, öldürülmek bir yana, ölmesi düşüncesine dahi dayanamadı. Böylece söz aldı:
“Bu sana asla olamaz!”
İsa’nın sert yanıtı Petrus’un tüylerini diken diken etti. İsa’nın daha kısa süre önce övdüğü adam şimdi azarlanıyordu.
“Çekil önümden, Şeytan! Bana engel oluyorsun.”76
İsa’nın yanıtı sert gibi görünse de, sözünün Petrus’a yönelik olmadığını aklımızdan çıkarmamalıyız. Daha ziyade Petrus’un sözlerini ilham edene yönelikti. İsa Şeytan’ın taktiklerine çölde geçirdiği zamandan aşinaydı ve Petrus’un İblis tarafından kullanılmakta olduğunu biliyordu. Petrus O’nun en iyi arkadaşlarından biriydi; buna rağmen İsa, Allah’ın O’nu yapmak üzere gönderdiği işten vazgeçmesine ya da geri adım atmasına neden olacak hiçbir etkiye boyun eğecek değildi.
Petrus, Yakup ve Yuhanna dağa tırmanırlarken İsa’nın kendilerine henüz söylemiş olduğu sözleri düşündüler. İsa gibi bir adamın, mucizeler yapan bir peygamberin nasıl olup da böyle bir şekilde ölebileceğini anlamıyorlardı. Hiç mantıklı değildi. Şaşkınlık için- deydiler, zihinleri şüpheyle doluydu ve tek kelime söylemeden yürümeye devam ettiler.
Ancak İsa öğrencileri şüphe içinde bırakmaya niyetli değildi. Onların kendisinin kim olduğuna ve ne yapması gerektiğine dair daha iyi bir anlayışa sahip olmalarını istiyordu. Gelecek ayların daha tehlikeli olacağını ve öğrencilerin imanının güçlendirilmesi gerekeceğini biliyordu. Böylece İsa, Allah’ın onların gözlerini açması ve söylediklerinin doğru olduğunu daha muazzam bir şekilde onlara bildirmesi için dua etti. Bundan sonra neler olduğunu 2. ayette okuyalım:
2 Onların gözü önünde İsa’nın görünümü değişti. Yüzü güneş gibi parladı, giysileri ışık gibi bembeyaz oldu.
Öğrenciler İsa’ya bakarken O güneş gibi parlamaya başladı ve yollarda yıpranmış giysileri kar gibi beyaz oldu. Tıpkı İsa’nın Matta 16. bölüm, 28. ayette söylediği gibi:
28 Size doğrusunu söyleyeyim, burada bulunanlar arasında, İnsanoğlu’nun kendi egemenliği içinde gelişini görmeden ölümü tatmayacak olanlar var.
Petrus, Yakup ve Yuhanna İsa’yı tüm görkeminde gördüler. Bir an için insanlık kisvesi kaldırıldı ve Mesih İsa, İnsanoğlu, gerçekte olduğu Kişi olarak görüldü! O neydi? Gökten inmiş olan Allah’ın Oğlu’ydu. Ancak tüm gördükleri bu değildi. 3. ve 4. ayetlerle devam edelim:
3 O anda Musa’yla İlyas öğrencilere göründü. İsa’yla konuşuyorlardı. 4 Petrus İsa’ya, “Ya Rab” dedi, “Burada bulunmamız ne iyi oldu! İstersen burada üç çardak kurayım: Biri sana, biri Musa’ya, biri de İlyas’a.”
Musa ile İlyas Eski Antlaşma’daki en büyük peygamberlerden ikisiydi. Musa Sina Dağı’nda Allah’la konuşmuş ve 10 Emir’i almıştı. İlyas Karmel Dağı’nda Allah’ın kudretine tanık olmuş, İsrail krallarının putperestliğine karşı savaş vermiş ve ölmeden göğe alınmıştı. Dağ zirvelerinde Allah ile kudretli görüşmelerde bulunmuş olan bu iki adam, şimdi tanıklar olarak başka bir dağın zirvesinde duruyorlardı. İsa’yla birlikte görünmeleri mucizevi ve önemliydi, çünkü Allah’ın tasarısının sürekliliğini gösteriyordu. Öz olarak, Allah öğrencilere şunu söylüyordu:
Peygamberler aracılığıyla çeşitli defalar ortaya koymuş olduğum bir olaya tanıklık ediyorsunuz. ‘Aranızdan çıkacak olan peygamber’77 geldi, “[yılanın] başını ezecek”78 olan soy ortaya çıktı. “Harika Öğütçü” ve “Esenlik Önderi”79 aranızdadır.
Öğrenciler görmekte oldukları şeye hayret ettiler. Kutsal Kitap’ın anlatısı bunun gerçek olduğuna hiçbir şüphe bırakmıyor. O kadar gerçekti ki, Petrus üç adamın da orada kalmaları için çardaklar kurmak istedi. Sorabilecekleri soruları hayal edin! Fakat Allah’ın işi bitmemişti. Onların tüm şüphelerini gidermek istiyordu. Onlara İsa’nın söylediğinin gerçek olduğuna dair güvence vermek istedi. Neler olduğunu görmek için Matta 17. bölüm, 5–6 ayetlerine bakalım:
5 Petrus daha konuşurken parlak bir bulut onlara gölge saldı. Buluttan gelen bir ses, “Sevgili Oğlum budur, O’ndan hoşnudum. O’nu dinleyin!” dedi. 6 Öğrenciler bunu işitince, dehşet içinde yüzüstü yere kapandılar.
Olay başlı başına gizemli değilmiş gibi, İsa ile öğrenciler parlak bir bulutla çevrelendiler. Bölge tıpkı Başrahibin Kefaret Günü’nde Allah’ın huzuruna girdiği En Kutsal Yer gibi olmuştur. Sonra net ve yüksek bir ses konuştu:
“Sevgili Oğlum budur, O’ndan hoşnudum. O’nu dinleyin!”
Öğrenciler muhakkak Allah’ın huzurunda olduklarını biliyorlardı. Düşünmeye zamanları bile yoktu. Allah henüz bir sözcüğü söylemeyi bitirmeden, O’nun sesi onları dizlerinin üzerine çöktürmüştü. Siz olsanız farklı bir tepki verebilir miydiniz?
Allah “O’nu dinleyin” dediğinde, İsa’nın söylemiş olduğu ve söyleyeceği her şeyi onaylıyordu. Öz olarak, Allah şöyle diyordu:
“İsa’nın söylediklerinden hiç şüphe etmeyin. O’nun sözleri gerçektir ve doğrudan Benden kaynaklanmaktadır! Öyle olmasaydı, buna izin vermezdim. O’nun kim olduğundan ve söylediklerinden hoşnudum. Siz de öyle olmalısınız!”
Allah’ın konuşması biter bitmez sahne normale döndü. Ancak öğrenciler halen başları kollarının arasında, titreyerek yerde durmakta olduklarından bunu fark etmediler. Matta 17. bölüm, 7. ve 8. ayetlerden okumaya devam edelim:
7 İsa gelip onlara dokundu, “Kalkın, korkmayın!” dedi. 8 Başlarını kaldırınca İsa’dan başka kimseyi göremediler.
Öğrencilerin dağa çıkarken hangi şüpheleri vardıysa, şimdi yok olmuştu. İsa’nın kim olduğunu ve kimin yetkisiyle konuştuğunu biliyorlardı. Ancak bir sürpriz daha vardı. 9–13 ayetleriyle bitirelim:
9 Dağdan inerlerken İsa onlara, “İnsanoğlu ölümden dirilme- den, gördüklerinizi kimseye söylemeyin” diye buyurdu. 10 Öğrencileri O’na şunu sordular: “Peki, din bilginleri neden önce İlyas’ın gelmesi gerektiğini söylüyorlar?” 11 İsa, “İlyas gerçek- ten gelecek ve her şeyi yeniden düzene koyacak” diye yanıtladı. 12 “Size şunu söyleyeyim, İlyas zaten geldi, ama onu tanıma- dılar, ona yapmadıklarını bırakmadılar. Aynı şekilde İnsanoğlu da onların elinden acı çekecektir.” 13 O zaman öğrenciler İsa’nın kendilerine Vaftizci Yahya’dan söz ettiğini anladılar.
İsa onların tanık oldukları şeyi kimseye söylemelerini istemedi. Aralarında kalacak bir sırdı. Kesinlikle tüm bu şeylerin nasıl, neden veya ne zaman meydana geleceğini anlamıyorlardı. Fakat Allah’ın konuşmasını duyduktan sonra şüphe etmemeleri gerektiğini biliyorlardı!
26 Aralık 1944 tarihinde, Hiroo Onoda adında bir Japon istihbarat subayı Filipinler’deki Lubang adasına gönderildi. Adaya yapılacak düşman saldırılarını engellemek için elinden geleni yapması emredilmişti, buna limandaki uçuş pistini ve iskeleyi tahrip etmek de dâhildi. Aldığı emirler arasında hiçbir suretle teslim olmaması ya da kendi canını almaması da vardı.
28 Şubat 1945 tarihinde Müttefik kuvvetler varınca adayı ele geçirdiler. Onoda ve emrindeki diğer üç asker haricinde herkes ya ölmüş, ya da teslim olmuştu. Aldığı emirleri ölüm pahasına yerine getirmeye kararlı olan Onoda, diğer askerlere dağlarda saklanmalarını emretti.
Üç farklı sefer, Onoda ve adamlarının teslim olmaları için uçaktan 205 broşürler atıldı ya da çeşitli yerlere bırakıldı. Ekim 1945 tarihinde ilk broşürü okudular:
“Savaş 15 Ağustos’ta sona erdi. Dağlardan inin!” yazıyordu.
Fakat Onoda ile adamları broşürlere inanmadılar ve bunun yalnızca Müttefik propagandası olduğunu sandılar.
İkinci broşür 1945 yılının sonunda atıldı. Bu sırada bir yıldan uzun bir süredir saklanmaktaydılar. Broşürü On Dördüncü Bölge Ordusu’nun komutanı General Tomoyuki Yamashita yazmış olmasına ve Onoda da adamlarına teslim olmalarını emretmesine rağmen, Onoda iyice inceledikten sonra bunun da bir kandırmaca olduğuna karar verdi.
Yedi yıl sonra Onoda ormanda dağılmış bir halde mektuplar ve aile fotoğrafları buldu. Anlaşılan bunlar da uçaktan atılmışlardı, teslim olarak eve dönmesi için ısrar ediyorlardı. Fakat Onoda halen şüpheliydi. Kendisine hiçbir zaman teslim olmaması söylenmişti, bu yüzden tüm bu broşürler sahte olmalıydı. Böylece kalmaya karar verdi. 1972 yılında Onoda başlangıçtaki dört askerden geriye kalan tek kişiydi.
İki yıl sonra Norio Suzuki adlı bir Japon, Onoda’yla temas kurdu. Dost olmalarına ve Suzuki’nin ondan eve dönmesini rica etmesine rağmen, Onoda üstü bir subayın kendisine bizzat emretmedikçe adadan ayrılmayı reddetti.
Suzuki, Onoda’yla karşılaştığının kanıtı olarak birlikte çekilen fotoğraflarıyla Japonya’ya geri döndü. Japon hükümeti anlattığı öyküyü duyunca, artık kitapçılık yapmakta olan Onoda’nın birlik komutanı Binbaşı Taniguchi’yi buldu. 9 Mart 1974 tarihinde Lubang’a uçarak Onoda’yla buluştu ve 1944 yılında verilen vaadi yerine getirdi:
“Ne olursa olsun sizin için geri döneceğiz.”
Aldığı emirler şu şekildeydi
- İmparatorluk’un emrine uygun olarak, On Dördüncü Bölge
Ordusu tüm muharebe faaliyetlerine son vermiştir. - A–2003 sayılı askerî Karargâh Emri’ne göre, Genelkurmay Karargâhı Özel Timi’nin tüm askerî görevlerine son verilmiştir.
- Özel Timin emri altındaki birimler ve bireyler askerî faaliyet- lerine ve operasyonlarına derhal son verecekler ve en yakındaki amirin emrine gireceklerdir. Subay bulunamazsa, Amerikan ya da Filipin askerî kuvvetleriyle iletişim kurarak onların talimatlarını yerine getireceklerdir.
Böylece Onoda hiçbir zaman teslim olmadan görevden alındı. Kılıcını, halen çalışır durumdaki Arisaka Tip 99 tüfeğini, 500 mermilik cephanesini, birkaç el bombasını ve 1944 yılında annesinin kendini koruması için verdiği hançeri teslim etti.80
Savaşın bittiğinden şüphe ettiği için yaklaşık 30 yıl dağlarda saklandı. Tüm broşürleri okumuş, Müttefik kuvvetleri görmüş ve tüm söylentileri duymuştu. Ve buna rağmen şüphesi devam etti. Savaşın sona ermiş olduğuna kendi komutanından emir aldığı zaman nihayet inandı.
Okuyucu, siz de bir emir aldınız. Allah tıpkı öğrencilere İsa’yı dinlemelerini söylediği gibi, size de dinlemenizi söylüyor. Ama sizin bir seçeneğiniz var. Tüm belirtilerin, tanıkların ve kutsal yazıların İsa’nın kimliğine ilişkin gerçeği ilan etmelerine rağmen şüphe etmeye devam mı edeceksiniz? Yoksa Allah’ın kargaşa ormanından çıkmanız, İsa’yı dinlemeniz ve O’nun sözlerine itaat etmeniz ve hayatınızın tüm günlerinde O’nu izlemeniz emrine itaat mi edeceksiniz? Şüphenin sizi ele geçirmesine izin vermeyin. Kaderinizin kontrolünü elinize alın ve değişin!
Tartışma Soruları
1. En büyük korkularınız neler? Bu korkuların herhangi birinde şüphe rol oynuyor mu?
2. Kutsal Kitap’ın gerçeği hakkında şüpheleri olan birini nasıl yüreklendirebilirsiniz?
3. İsa’nın kim olduğuna ilişkin şüpheleriniz var mı?
4. Bir şeye inanmak için tüm ayrıntıları anlamanız gerekir mi?
5. Şüphe anlarında imanın rolü nedir?
75 http://en.wikiquote.org/wiki/Mustafa_Kemal_Atatürk
76 Bkz. Matta 16:23.
77 Bkz. Yasanın Tekrarı 18:15, 18.
78 Bkz. Yaratılış 3:15.
79 Bkz. Yeşaya 9:6.
80 http://en.wikipedia.org/wiki/Hiroo_Onoda