Kesinlikle sorulmayan bazı sorular vardır. Bazı kültürlerde farklı olabilir, ancak otuz ile seksen yaşları arasında olduğu anlaşılan bir kadına yaşını sormazsınız. Kadınlar her nedense hayatlarının bu döneminde o sorunun sorulmasından hoşlanmazlar. İlginç bir şekilde, bir kadın seksen yaşına geldiğinde sanki yaşlı olmaktan gurur duyar ve size yaşını söylemekten hoşlanır. İşte başka bir hassas konu: 11 yaşını geçmiş bir kıza kilosunu sormazsınız. Evet, ergen kızlar bile bu konuda cidden hassas olabilirler. Sormamak ve bilmemek en iyisidir.
Kültürümüzde sorulamadığı anlaşılan başka bir soru vardır. Bu öncekilerden çok daha ciddi bir sorudur. Soru şu:
“Allah nasıldır?”
Hiç Allah’ın nasıl olduğunu merak ettiğiniz, ancak sormaya korktuğunuz oldu mu? Ya da belki sormuşsunuzdur da biri size şöyle demiştir:
“Öyle sorular sorulmaz!”
Ya da belki de birisi size doğrudan şöyle demiştir:
“Allah bilinemez.”
Bu dersimizde Allah’ın karakterine, kişiliğine ve isteklerine göz atacağız. Bazı kimselerin dediğinin aksine, Allah’ın nasıl olduğuna dair bir şeyler bilebiliriz.
Pek çok kişi için Allah’ın karakteri hakkında sorular sormak en basitinden aptallık ya da saygısızlık, en kötüsünden ise düpedüz isyankârlık ve günahtır. Bu sorular sormak dahi yanlış mı?
Konuyla uğraşmamıza yardımcı olması için, Allah’ın bilinip bilinemeyeceğini veya anlaşılıp anlaşılamayacağını tartışan iki kişi arasında geçen bir konuşma düşünelim.
Emre bilgisayar ekranına bakarken sakalını başparmağı ile diğer parmakları arasında tutarak sıvazladı. İnternetteki kız arkadaşıyla yaptığı bir sohbetin yazışmasını okuyordu. Şükran’la hiç bizzat buluşmamıştı çünkü o Erzurum’daydı, kendisi ise İstanbul’da oturuyordu. Fakat son birkaç aydır Facebook’taki sohbetleri sırasında ona daha fazla ilgi duymaya başladı. Her ne kadar “evlilik” sözcüğünden bahsetmemişseler de, ilişkilerinde Emre’nin Erzurum’a giderek Şükran’la bizzat görüşmesi için plan yaptıkları bir aşamadaydılar. Bu akşam Emre Şükran’la “sohbet”ini sürdürürken aynı anda arkadaşı Hikmet ve dayısı Kerem’le de konuşuyordu.
Hikmet, Emre’nin ailesinin evinden iki sokak ötede oturuyordu. İşten sonra çoğunlukla gece geç saate kadar birlikte vakit geçirirlerdi, çünkü Emre’nin evinde dizüstü bilgisayar ve kablosuz internet vardı. Üçü birlikte otururlardı: Emre, Hikmet ve Şükran. Bir akşam takılırlarken Emre’nin kör dayısı Kerem uğradı. 47 yaşındaydı ve eğitimi epey sınırlıydı, fakat iyi konuşuyor ve duyuyordu. Ziyaret ettiğinde her zaman Emre’nin yanında oluyordu. Kerem, Emre ile Hikmet arasındaki konuşmayı sessizce dinliyor, çoğunlukla Emre Şükran’ın gönderdiği son sohbet satırlarını okumak için dikkatini böldüğünde uzun süren sessizliklerde sabırla bekliyordu. Birden Emre bilgisayarından başını kaldırarak dikkatle Hikmet’e baktı.
“Hikmet, neden Allah’ı öğrenmeye bu kadar meraklısın? Allah bilinebilir değildir. O bizden o kadar uzak ve o kadar
yukarımızdadır ki bunu anlayamayız. Onun bir benzeri yoktur, bu yüzden O’nu hiçbir şeyle kıyaslayamazsın. Allah’ı araştıramazsın, bu nedenle ilahiyat diye bir şey yoktur. Gerçekte araştırdığın Allah’ın kendisi bildirdiği kadarıyla iradesidir.
Hikmet yanıt verdi: “Fakat biliyorsun, Allah’ın isimleri O’nun karakterini açıklar. Bu Allah hakkında bir şeyler bildirmiyor mu?”
Emre, “Evet, Allah’ın isimlerini biliyoruz, ancak bu sıfatlar yalnızca O’nun iradesinin bazı yönlerini tanımlar, Allah’ın tabiatı hakkında herhangi bir şey bildirmezler” diye karşılık verdi.
“Yani sence Allah hakkında hiçbir şey bilemezsin ve O’nun isimleri O’nun kişiliği ya da karakteri hakkında değil, yalnızca iradesi hakkında bir şeyler bildiriyor, öyle mi?”
“Doğru” dedi Emre. “Bak, burada dayım Kerem var. O benim gözbebeğim. Bu adamı çok seviyorum. Benim öz babam gibidir. Doğuştan kör olduğu için hiçbir şey görmedi. Örneğin, mavi rengin ne olduğunu bilmiyor. Bunu ona açıklamanın yolu da yok, çünkü bir dayanak noktası yok. Ona siyahtan daha açık, beyazdan daha koyu olduğunu söyleyemezsin, çünkü o bunların da ne olduğunu bilmiyor. Bilemez, çünkü bunu anlayacak duruma sahip değil. Biz de Allah’ı anlayacak duruma sahip değiliz, çünkü bunun için bir dayanak noktamız yok. Allah bizden çok farklıdır, O’na benzeyen hiçbir şey yoktur, bu nedenle O’nu anlayabilmek için hiçbir kapasiteye sahip değiliz. Biz yalnızca O’nun emirlerinde verilmiş olan iradesini anlayabiliriz. Fakat bu emirler Allah’ın kendisini bildirmezler, yalnızca O’nun iradesini bildirirler.”
Hikmet karşılık verdi: “Peki ya Allah’ın eylemleri, bunlar O’nun karakteri ve tabiatı hakkında bir şeyler bildirmiyor mu?”
“Hayır. Allah’ın eylemleri Allah’ın tabiatını yansıtmaz. Yalnızca O’nun iradesini açıklar. Allah’ın tüm işlerinin bütünlüğünü sağlayan, tüm bunları Allah’ın dilemesidir. Allah ‘İrade Buyuran Kişi’ olarak zaman zaman verilen tanımlar aracılığıyla tanınabilir.
Ancak Allah esasen bu tanımların hiçbirine uymaz” dedi Emre.
“Yani diyorsun ki Allah belli bir koşullar dizisinde bir şekilde, aynı koşullar dizisinde başka bir sefer başka şekilde davranabilir. Senin dediğine göre, Allah kaprisli olabilir çünkü O’nu tanımıyorsun, yalnızca bilinen parametreler içeren belirli bir durumda O’nun verdiği emrini biliyorsun.
Emre, “Allah kaprisli değildir” dedi.
“Senin dediğine göre bunu bilemezsin. Allah’ı tanıyamayacağını söyledin, dolayısıyla O’nun kaprisli olup olmadığını bilemezsin. Sana göre, ancak belirli durumlarda belirli emirler içinde bildirilmiş olan Allah’ın iradesini bilebilirsin. Fakat emrin muhakemesini veya mantığını ya da Yasa Koyucu’nun karakterini bilmediğin için, parametreler birazcık değişirse bile ne yapacağını bilemezsin.”
Emre, “Bana söylediklerine dair bir örnek ver” dedi.
“Peki, bize şarap içmememiz emredilmiş, fakat sigara hakkında bir şey denmiyor, çünkü sigara o zaman yoktu. Öyleyse sana göre, sigara içmeye karşı kesin bir emir olmadığına göre, sigara içebiliriz. Sana göre, bu yeni durumda Allah’ın isteğinin ne olacağını anlayabilmek için O’nun karakteri hakkında hiçbir şey bilemeyiz. Allah ile ilişkimiz bir yasalar dizisinin körü körüne yerine getirilmesinden ibarettir.”
Emre, “Hayır, bize Allah’ı sevmemiz emredilmiştir” diye yanıtladı.
“Hakkında hiçbir şey bilmediğin birini nasıl sevebilirsin? Şükran’ı seviyor musun?”
“Evet.”
“Fakat onu hiç görmedin. Onu seviyorsun, çünkü onunla konuşarak ve onu tanıyarak zaman geçirdin. Göremediğimiz Allah’ı ancak O’nun karakteri hakkında bilgimiz olursa sevebiliriz. Şükran’la sohbetini kesme, fakat yeni bir İnternet sayfası açarak tekrar Facebook’a gir.”
Emre, Hikmet’in kendisinden bunu istemesinin nedenini anlamasa da öyle yaptı.
“Tamam, şimdi ‘Simay’ adını arayalım.”
Emre, “Simay” yazarak arama yaptı. Pek çok kişinin Facebook sayfaları geldi.
“Tamam, şimdi birini seç.”
Emre birini seçti ve bilgileri ekranda göründü. Simay 20–21 yaşlarında görünüyordu ve Adana’da üniversite öğrencisiydi.
Hikmet şöyle dedi: “Onu seviyor musun?”
“Ne diyorsun sen? Tabii ki onu sevmiyorum, kadını tanımıyorum bile!”
“Demek istediğim de bu. Hakkında hiçbir şey bilmediğin birini nasıl sevebilirsin? Şimdi bilgisayarının ‘Başlat’ menüsünü aç ve ‘Çalıştır’ı seç. Arama kutusuna ‘cmd’ yaz.”
Emre, Hikmet’in dediğini yaptı ve siyah fonlu bir pencere belirdi. Hiçbir resim, renk ya da şekil yoktu. Yalnızca İngilizce bazı yazılar olan siyah bir fondu.
Hikmet şöyle dedi:
“Bu bilgisayarının DOS bölümü. Buraya komutlar yazarsın ve dosya dizinini listelemek gibi bazı işlemler yapar. Ama diyelim ki senin ona bir komut yazman yerine, o sana yerine getirmen için bir komut yazdı. Diyelim ki DOS sana bir koyun kurban etmeni söyledi. Dahası, diyelim ki bu komut Arapça. Söylesene Emre, sana böyle anlamadığın bir dilde talimatları veren bir bilgisayarı sever miydin? Bilgisayarın nasıl çalıştığını bilmiyorsun; hakkında hiçbir şey bilmiyorsun. Neden koyun kurban etme komutunu verdiğini bilmiyorsun, sadece sana yapmanı söylüyor. Her komut için birilerine komutun ne olduğunu sormak zorundasın, çünkü Arapça bilmiyorsun. Bu bilgisayarı sevebilir misin?”
“Tabii ki bilgisayarı sevmezdim, o bir insan değil, bir makine.”
“Fakat senin tarif ettiğin Allah da yalnızca bir makine. Duygu yok, O’nun nasıl biri olduğuna dair hiçbir bilgi yok, yabancı bir dilde verilmiş emirlerden başka hiçbir şey yok. Böyle bir Allah’ı nasıl sevebilirsin? Bak burada dayın Kerem var. O seni seviyor mu?”
Emre yanıtladı: “Tabii ki beni seviyor.” “Seni sevdiğini nereden biliyorsun?”
“Beni kucaklıyor, benimle vakit geçiriyor, hatta beni sevdiğini söylüyor.”
Hikmet, “Ama seni hiç görmedi” diye vurguladı.
“Beni hiç görmedi ama işitebilir, konuşabilir ve hissedebilir.”
“Doğru” dedi Hikmet. “İşitemeseydi ve konuşamasaydı ve hissedemeseydi bizimle ilişki kurabilecek kapasiteye sahip olamazdı. Biz Allah’ı göremeyiz, fakat Allah bizi O’nu anlayabilecek bir kapasiteden yoksun olarak yaratmadı. Allah’ın yaptığı her şey harikadır, öyle değil mi?”
“Evet” dedi Emre.
“Sence hangisi daha iyi: O’nun bizi yabancı dilde verilmiş emirlere körü körüne uymamız için yaratmış olması mı, yoksa bizi kendi karakterini bilme, takdir etme ve sevme yetisine sahip olarak yaratmış olması mı?”
Emre, “Ama...” diyecek oldu.
Ancak dayısı Kerem sözünü keserek şöyle dedi: “Bir tanrının emrine itaat etmek kulluktur, fakat sevgi bunun çok üstündedir. Sevgi yücedir.”
Sevgi yücedir ve Allah kendisini yaratıklarına eylemlerle, sözel ifadelerle ve öykülerle açıklamayı seçmiştir. İsa’nın anlattığı, ilahî karakteri bilebilmemiz, takdir edebilmemiz ve sonunda seve- bilmemiz için tanımlamaya yardımcı olan bir öyküye bakalım. Öykümüze Luka 15. bölüm, 11–19 ayetlerini okuyarak başlayalım:
11 İsa, “Bir adamın iki oğlu vardı” dedi. 12 “Bunlardan küçüğü babasına, ‘Baba’dedi, ‘Malından payıma düşeni ver bana.’Baba da servetini iki oğlu arasında paylaştırdı. 13 Bundan birkaç gün sonra küçük oğul her şeyini toplayıp uzak bir ülkeye gitti. Orada sefahat içinde bir yaşam sürerek varını yoğunu çarçur etti. 14 Delikanlı her şeyini harcadıktan sonra, o ülkede şiddetli bir kıtlık baş gösterdi, o da yokluk çekmeye başladı. 15 Bunun üzerine gidip o ülkenin vatandaşlarından birinin hizmetine girdi. Adam onu, domuz gütmek üzere otlaklarına yolladı. 16 Delikanlı, domuzların yediği keçiboynuzlarıyla karnını doyurmaya can atıyordu. Ama hiç kimse ona bir şey vermedi. 17 Aklı başına gelince şöyle dedi: ‘Babamın nice işçisinin fazlasıyla yiyeceği var, bense burada açlıktan ölüyorum. 18 Kalkıp babamın yanına döneceğim, ona, Baba diyeceğim, Tanrı’ya ve sana karşı günah işledim. 19 Ben artık senin oğlun olarak anılmaya layık değilim. Beni işçilerinden biri gibi kabul et.’
Öyküdeki Baba, Allah’ı temsil etmektedir. Hepimiz Allah’tan yetenekler ve beceriler aldık. Bir kimse dıştan ne kadar zengin veya mutlu görünürse görünsün, benliğe odaklanmış olan her hayat boşa harcanmaktadır. Allah’tan ayrı yaşamaya çalışan herkes kendisine Allah tarafından verilmiş olan mirası çarçur etmektedir. Benzetmedeki oğul gibi, günah işlemek isteyenler Allah’ı unutarak O’ndan uzaklaşmaya çalışmaktadır.
Öyküde, oğul ihtiyacı olduğunu ya da hayatını daha iyi hale getireceğini sandığı bir şeyi aramak üzere, babasının güvenliğini ve sevgisini terk etti. Onun bilmediği, bunların her zaman kendisini beklediğiydi. Her şeyi denedi: eğlenceler, dostlar, kadınlar. Fakat yalnızca kalbinde doldurulamayacak bir boşlukla kalakaldı. Bu onun yıkımına neden oldu ve dibe vurduğu zaman ne kadar ileri gittiğinin farkına vardı. Babasını ve geride bıraktığı hayatı düşündü.
Oğul kendine gelince eve gitmek istediğine karar verdi. Eve gidebileceğini neden düşündü? Gençken babasının kurallarını kısıtlayıcı ve sıkıcı olarak görmemiş miydi? Babasının evine geri kabul edileceğini nereden çıkarmıştı?
Belli ki babasının evinde sevgi olduğuna dair bir düşüncesi vardı. Onu babasının evine geri çeken şey bu sevginin hatırasıydı. Kendi tövbemiz ve bencillikten dönüşümüz için cazip gelen şey de Allah’ın sevgisi ve O’nun merhametine ilişkin bilgi değil midir?
Benzetmeyi Luka 15. bölüm, 20–24 ayetlerinden okumaya devam edelim:
20 “Böylece kalkıp babasının yanına döndü. Kendisi daha uzaktayken babası onu gördü, ona acıdı, koşup boynuna sarıldı ve onu öptü. 21 Oğlu ona, ‘Baba’ dedi, ‘Tanrı’ya ve sana karşı günah işledim. Ben artık senin oğlun olarak anılmaya layık değilim.’ 22 Babası ise kölelerine, ‘Çabuk, en iyi kaftanı getirip ona giydirin!’ dedi. ‘Parmağına yüzük takın, ayaklarına çarık giydirin! 23 Besili danayı getirip kesin, yiyelim, eğlenelim. 24 Çünkü benim bu oğlum ölmüştü, yaşama döndü; kaybolmuştu, bulundu.’ Böylece eğlenmeye başladılar.
İsa, Allah’ın günahkârlar için isteğinin eve dönmeleri olduğunu bildirmekle kalmıyor. Aynı zamanda babanın kalbini, yani Allah’ın kalbini gösteriyor. Baba her gün dışarıda durdu ve oğlunun eve gelebileceğini umarak uzaklara baktı. Oğlunun uzaktan yaklaştığını gördüğünde heyecanlandı ve kalbi sevinçle doldu. Aynı şekilde, Allah’ın kalbinde de hayatını Allah’tan ayrı geçirerek mah- veden kişi için özlem vardır. Allah günahkârın kendisine dönmesini özlemle beklemektedir. Öyküde baba oğluna şefkat gösterir, boynuna sarılır ve onu öper. Oğlunun hizmetçi olarak çalışma isteğini duymazdan gelen baba, oğlunun paçavra gibi giysilerini güzel giysilerle örter ve yetkisini gösteren mühür yüzüğünü genç adamın parmağına takar. Sonra kayıp oğlunun dönüşünü kutlamak için bir ziyafet düzenlenmesini ister.
Değerli okuyucu, belki siz de hayatınızı bencilce zevklere harcamışsınızdır. Tıpkı yolun sonunda durup oğlunu bekleyen sev- gi dolu baba gibi, Allah’ın isteğinin de O’nun kucaklayışına geri dönmeniz olduğundan emin olabilirsiniz. Allah’ın bir “doğruluk” evi vardır ve O sizi burada istemektedir. Fakat Allah’ın iradesinden daha fazlası, çok daha fazlası söz konusudur. Allah sizi seviyor ve O’nun sevgisi sizi eve çekiyor. Allah’ın kalbinin eve dönmeniz için özlem duyduğunu gördüğünüzde, Allah’ın sevgisini ve tüm günahlarınızı örtme arzusunu hissedebildiğinizde, O’nun sizi oğul olarak adlandırmaktan ve kaybolmuş olan ebedî hayat mirasınızı size geri kazandırmaktan ne kadar mutlu olduğunu anlayacaksınız; bu eve dönüşü kolaylaştırır.
Hiç şerefinize bir şölen düzenlendi mi? Belki tüm arkadaşlarınız ve aileniz doğum gününüzde, sünnetinizde ya da düğününüzde size sürpriz yapmışlardır. Allah, eve dönüp O’nun ailesine katılırsanız gökte büyük sevinç olacağını söylüyor. Melekler arasında bir şölen! Allah’ın kalbini coşturmuş olacaksınız. Tıpkı bir annenin ya da babanın ilk çocuğunun ilk adımlarında heyecanlandığı gibi, doğruluğa doğru attığınız adımlar Allah’ı heyecanlandırır.
İsa’nın benzetmesine Luka 15. bölüm, 25–32 ayetlerinden devam edelim:
25 “Babanın büyük oğlu ise tarladaydı. Gelip eve yaklaştığında çalgı ve oyun seslerini duydu. 26 Uşaklardan birini yanına çağırıp, ‘Ne oluyor?’ diye sordu. 27 O da, ‘Kardeşin geldi, baban da ona sağ salim kavuştuğu için besili danayı kesti’ dedi. 28–29 Büyük oğul öfkelendi, içeri girmek istemedi. Babası dışarı çıkıp ona yalvardı. Ama o, babasına şöyle yanıt verdi: ‘Bak, bunca yıl senin için köle gibi çalıştım, hiçbir zaman buyruğundan çıkmadım. Ne var ki sen bana, arkadaşlarımla eğlenmem için hiçbir zaman bir oğlak bile vermedin. 30 Oysa senin malını fahişelerle yiyen şu oğlun eve dönünce, onun için besili danayı kestin.’ 31 Babası ona, ‘Oğlum, sen her zaman yanımdasın, neyim varsa senindir’ dedi. 32 ‘Ama sevinip eğlenmek gerekiyordu. Çünkü bu kardeşin ölmüştü, yaşama döndü; kaybolmuştu, bulundu!’”
Büyük kardeş ziyafetin küçük kardeşi için verildiğini anladığında hoşnutsuz oldu. Babasıyla kendi ilişkisini bir
hizmetçi–efendi ilişkisi olarak gördü.
“Bunca yıldır sana hizmet ediyorum, sen benim için bir ziyafet bile vermedin!”
Değerli okuyucu, İsa bize Allah’a ilişkin kul–efendi fikrinin yanlış olduğunu gösteriyor. Allah tehditler savurarak kölelerinden itaat isteyen bir efendi değil. O, kayıp çocuklarının eve döneceğini uman sevgi dolu bir baba gibidir. Benzetmede Allah kendisi hakkında, karakteri hakkında bir şeyler bildiriyor. Eve dönmemiz yalnızca Allah’ın iradesi değildir, O bizim dönüşümüzü özlemle bekler.
“Allah’ın günahkârları sevmediğini” ya da “Allah’ın nankörleri veya kötüleri sevmediğini” hiç duydunuz mu?
Belki de “Allah yanlış yapanları sevmez” anlayışına inanarak yetiştirilmişsinizdir. Fakat İsa bize Allah’ın kendisinden dönerek günahlı hayatı tercih eden kişiyi yine de sevdiğini ve geri dönmesini istemekle kalmayıp özlemle beklediğini gösteriyor. Allah bize kendisinin kim olduğunu bildiriyor.
Aslında Allah kutsal yazılarda yalnızca iradesini değil, kalbini, kişiliğini ve karakterini de bildirmiştir. İşte birkaç örnek:
“RAB baktı, yeryüzünde insanın yaptığı kötülük çok, aklı fikri hep kötülükte. İnsanı yarattığına pişman oldu. Yüreği sızladı.”9
“Ona uzaktan görünüp şöyle dedim [Rab]: seni sonsuz bir sevgiyle sevdim, bu nedenle sevecenlikle seni kendime çektim.”10
“RAB şöyle diyor: ‘Bilge kişi bilgeliğiyle, güçlü kişi gücüyle, zengin kişi zenginliğiyle övünmesin. Dünyada iyilik yapanın, adaleti, doğruluğu sağlayanın ben RAB olduğumu anlamakla ve beni tanımakla övünsün övünen. Çünkü ben bunlardan hoşlanırım’ diyor RAB.”11
“Nasıl vazgeçerim senden, ey Efrayim? Nasıl teslim ederim seni, ey İsrail? Adma’ya yaptığımı nasıl sana yaparım? Seni nasıl Sevoyim’e çeviririm? Yüreğim değişti içimde, alevlendi acıma duygularım. Kızgın öfkemi başınıza yağdırmayacağım, Efrayim’i yeniden yok etmeyeceğim. Çünkü ben insan değil, Tanrı’yım, Kutsal Olan’ım aranızda, artık öfkeyle üzerinize varmayacağım.”12
Eyüp, “Tanrı’nın derin sırlarını anlayabilir misin? Her Şeye Gücü Yeten’in sınırlarına ulaşabilir misin?” dedi.13
Allah’ı mükemmel bir şekilde tanıyamayız, çünkü O sınırsızdır, bizse sınırlıyız. Ancak Kutsal Kitap şunu da söylüyor:
“Gizlilik Tanrımız RAB’be özgüdür. Ama bu yasanın bütün sözlerine uymamız için açığa çıkarılanlar sonsuza dek bize ve çocuklarımıza aittir.”14
Yasasını tutmamız Allah’ın isteğidir. Fakat yasayı yerine getirmekle kalmayıp, bunu sevgiden ve O’nun sevgi ve fedakârlık Tanrısı kimliğini takdir ederek yapabilmemiz için, Allah insana kendi kalbinin sevgi olduğunu açıklamıştır. O’nu anlamadıkça ve tanımadıkça sevemeyiz.
Altı yaşındaki küçük Oktay, Antalya’da ailesiyle birlikte tatil yaptıkları sırada amcası Faruk’la birlikte denizde yüzüyordu. Suda oynamaktan yoruldular ve sonunda dalgaların ayaklarını yaladığı yerde kumlara oturdular.
Faruk suyun üzerinden uzaklara bakarak, küçük yeğeni Oktay’a şöyle dedi:
“Deniz gerçekten hayret verici. Kimi zaman dalgalı, kimi zaman durgun. Kimi zaman sakin, kimi zaman gürültülü. Çok güçlü, ama yine de dinlendirici ve yatıştırıcı. Şifa veriyor. Gerçekten çok derin. Sence okyanus ne kadar derindir?”
Oktay, “Bilmiyorum. Benim gidebileceğimden daha derinlere ulaşıyor. Fakat bir şeyi biliyorum” diye yanıtladı.
“Nedir o?”
“Derinlerdeki su da ıslak ve tuzlu.”
Allah hakkında her şeyi bilemeyiz. Fakat tıpkı Oktay’ın deniz suyunun ta dibe kadar ıslak ve tuzlu olduğunu bildiği gibi, biz de Allah hakkında bir şeyler bilebiliriz. Kutsal Kitap’ta, Allah’ın eylemlerine dair kendi bildirileri, nasıl olduğuna dair ifadeler ve kendisi hakkında yaptığı benzetmeler yoluyla verilen, Allah’ın kimliğine ilişkin değişmez ve tutarlı kanıtlar bulunmaktadır. Kutsal Kitap Allah’ın duygularına, karakterine ve bilgisine ilişkin bölümler içermeseydi, kitapta pek fazla bir şey kalmazdı!
Başkalarının yalanlarına, kişisel görüşlerine ve cehaletine inanmaktan vazgeçin. Allah’tan kendisini size daha geniş bir şekilde göstermesini isteyin. Allah’ı daha iyi tanıyabilmeniz için O’ndan karakterini size açıklamasını isteyin.
“Tadın da görün, RAB ne iyidir” (Mezmur 34:8).
Tartışma Soruları
1. Küçük oğul neden henüz evdeyken çılgın bir hayat yaşamaya çalışmadı?
2. Allah’ı unutan herkes fakirliğe düşer mi? Zengin bir adamın Allah’a dönmek istemesini ne sağlayabilir?
3. Küçük oğlun gerçekten tövbe ettiğini anlamamızı sağlayan nedir?
4. Allah’ın tamamen bilinemez olduğuna inanıyor musunuz? Neden ya da neden değil? Yanıtınız “hayır” ise, Allah
hakkında ne biliyorsunuz?
9 Bkz. Yaratılış 6:5, 6.
10 Bkz. Yeremya 31:3.
11 Bkz. Yeremya 9:23, 24.
12 Bkz. Hoşea 11:8, 9.
13 Bkz. Eyüp 11:7.
14 Bkz. Yasanın Tekrarı 29:29.
Kültürümüzde sorulamadığı anlaşılan başka bir soru vardır. Bu öncekilerden çok daha ciddi bir sorudur. Soru şu:
“Allah nasıldır?”
Hiç Allah’ın nasıl olduğunu merak ettiğiniz, ancak sormaya korktuğunuz oldu mu? Ya da belki sormuşsunuzdur da biri size şöyle demiştir:
“Öyle sorular sorulmaz!”
Ya da belki de birisi size doğrudan şöyle demiştir:
“Allah bilinemez.”
Bu dersimizde Allah’ın karakterine, kişiliğine ve isteklerine göz atacağız. Bazı kimselerin dediğinin aksine, Allah’ın nasıl olduğuna dair bir şeyler bilebiliriz.
Pek çok kişi için Allah’ın karakteri hakkında sorular sormak en basitinden aptallık ya da saygısızlık, en kötüsünden ise düpedüz isyankârlık ve günahtır. Bu sorular sormak dahi yanlış mı?
Konuyla uğraşmamıza yardımcı olması için, Allah’ın bilinip bilinemeyeceğini veya anlaşılıp anlaşılamayacağını tartışan iki kişi arasında geçen bir konuşma düşünelim.
Emre bilgisayar ekranına bakarken sakalını başparmağı ile diğer parmakları arasında tutarak sıvazladı. İnternetteki kız arkadaşıyla yaptığı bir sohbetin yazışmasını okuyordu. Şükran’la hiç bizzat buluşmamıştı çünkü o Erzurum’daydı, kendisi ise İstanbul’da oturuyordu. Fakat son birkaç aydır Facebook’taki sohbetleri sırasında ona daha fazla ilgi duymaya başladı. Her ne kadar “evlilik” sözcüğünden bahsetmemişseler de, ilişkilerinde Emre’nin Erzurum’a giderek Şükran’la bizzat görüşmesi için plan yaptıkları bir aşamadaydılar. Bu akşam Emre Şükran’la “sohbet”ini sürdürürken aynı anda arkadaşı Hikmet ve dayısı Kerem’le de konuşuyordu.
Hikmet, Emre’nin ailesinin evinden iki sokak ötede oturuyordu. İşten sonra çoğunlukla gece geç saate kadar birlikte vakit geçirirlerdi, çünkü Emre’nin evinde dizüstü bilgisayar ve kablosuz internet vardı. Üçü birlikte otururlardı: Emre, Hikmet ve Şükran. Bir akşam takılırlarken Emre’nin kör dayısı Kerem uğradı. 47 yaşındaydı ve eğitimi epey sınırlıydı, fakat iyi konuşuyor ve duyuyordu. Ziyaret ettiğinde her zaman Emre’nin yanında oluyordu. Kerem, Emre ile Hikmet arasındaki konuşmayı sessizce dinliyor, çoğunlukla Emre Şükran’ın gönderdiği son sohbet satırlarını okumak için dikkatini böldüğünde uzun süren sessizliklerde sabırla bekliyordu. Birden Emre bilgisayarından başını kaldırarak dikkatle Hikmet’e baktı.
“Hikmet, neden Allah’ı öğrenmeye bu kadar meraklısın? Allah bilinebilir değildir. O bizden o kadar uzak ve o kadar
yukarımızdadır ki bunu anlayamayız. Onun bir benzeri yoktur, bu yüzden O’nu hiçbir şeyle kıyaslayamazsın. Allah’ı araştıramazsın, bu nedenle ilahiyat diye bir şey yoktur. Gerçekte araştırdığın Allah’ın kendisi bildirdiği kadarıyla iradesidir.
Hikmet yanıt verdi: “Fakat biliyorsun, Allah’ın isimleri O’nun karakterini açıklar. Bu Allah hakkında bir şeyler bildirmiyor mu?”
Emre, “Evet, Allah’ın isimlerini biliyoruz, ancak bu sıfatlar yalnızca O’nun iradesinin bazı yönlerini tanımlar, Allah’ın tabiatı hakkında herhangi bir şey bildirmezler” diye karşılık verdi.
“Yani sence Allah hakkında hiçbir şey bilemezsin ve O’nun isimleri O’nun kişiliği ya da karakteri hakkında değil, yalnızca iradesi hakkında bir şeyler bildiriyor, öyle mi?”
“Doğru” dedi Emre. “Bak, burada dayım Kerem var. O benim gözbebeğim. Bu adamı çok seviyorum. Benim öz babam gibidir. Doğuştan kör olduğu için hiçbir şey görmedi. Örneğin, mavi rengin ne olduğunu bilmiyor. Bunu ona açıklamanın yolu da yok, çünkü bir dayanak noktası yok. Ona siyahtan daha açık, beyazdan daha koyu olduğunu söyleyemezsin, çünkü o bunların da ne olduğunu bilmiyor. Bilemez, çünkü bunu anlayacak duruma sahip değil. Biz de Allah’ı anlayacak duruma sahip değiliz, çünkü bunun için bir dayanak noktamız yok. Allah bizden çok farklıdır, O’na benzeyen hiçbir şey yoktur, bu nedenle O’nu anlayabilmek için hiçbir kapasiteye sahip değiliz. Biz yalnızca O’nun emirlerinde verilmiş olan iradesini anlayabiliriz. Fakat bu emirler Allah’ın kendisini bildirmezler, yalnızca O’nun iradesini bildirirler.”
Hikmet karşılık verdi: “Peki ya Allah’ın eylemleri, bunlar O’nun karakteri ve tabiatı hakkında bir şeyler bildirmiyor mu?”
“Hayır. Allah’ın eylemleri Allah’ın tabiatını yansıtmaz. Yalnızca O’nun iradesini açıklar. Allah’ın tüm işlerinin bütünlüğünü sağlayan, tüm bunları Allah’ın dilemesidir. Allah ‘İrade Buyuran Kişi’ olarak zaman zaman verilen tanımlar aracılığıyla tanınabilir.
Ancak Allah esasen bu tanımların hiçbirine uymaz” dedi Emre.
“Yani diyorsun ki Allah belli bir koşullar dizisinde bir şekilde, aynı koşullar dizisinde başka bir sefer başka şekilde davranabilir. Senin dediğine göre, Allah kaprisli olabilir çünkü O’nu tanımıyorsun, yalnızca bilinen parametreler içeren belirli bir durumda O’nun verdiği emrini biliyorsun.
Emre, “Allah kaprisli değildir” dedi.
“Senin dediğine göre bunu bilemezsin. Allah’ı tanıyamayacağını söyledin, dolayısıyla O’nun kaprisli olup olmadığını bilemezsin. Sana göre, ancak belirli durumlarda belirli emirler içinde bildirilmiş olan Allah’ın iradesini bilebilirsin. Fakat emrin muhakemesini veya mantığını ya da Yasa Koyucu’nun karakterini bilmediğin için, parametreler birazcık değişirse bile ne yapacağını bilemezsin.”
Emre, “Bana söylediklerine dair bir örnek ver” dedi.
“Peki, bize şarap içmememiz emredilmiş, fakat sigara hakkında bir şey denmiyor, çünkü sigara o zaman yoktu. Öyleyse sana göre, sigara içmeye karşı kesin bir emir olmadığına göre, sigara içebiliriz. Sana göre, bu yeni durumda Allah’ın isteğinin ne olacağını anlayabilmek için O’nun karakteri hakkında hiçbir şey bilemeyiz. Allah ile ilişkimiz bir yasalar dizisinin körü körüne yerine getirilmesinden ibarettir.”
Emre, “Hayır, bize Allah’ı sevmemiz emredilmiştir” diye yanıtladı.
“Hakkında hiçbir şey bilmediğin birini nasıl sevebilirsin? Şükran’ı seviyor musun?”
“Evet.”
“Fakat onu hiç görmedin. Onu seviyorsun, çünkü onunla konuşarak ve onu tanıyarak zaman geçirdin. Göremediğimiz Allah’ı ancak O’nun karakteri hakkında bilgimiz olursa sevebiliriz. Şükran’la sohbetini kesme, fakat yeni bir İnternet sayfası açarak tekrar Facebook’a gir.”
Emre, Hikmet’in kendisinden bunu istemesinin nedenini anlamasa da öyle yaptı.
“Tamam, şimdi ‘Simay’ adını arayalım.”
Emre, “Simay” yazarak arama yaptı. Pek çok kişinin Facebook sayfaları geldi.
“Tamam, şimdi birini seç.”
Emre birini seçti ve bilgileri ekranda göründü. Simay 20–21 yaşlarında görünüyordu ve Adana’da üniversite öğrencisiydi.
Hikmet şöyle dedi: “Onu seviyor musun?”
“Ne diyorsun sen? Tabii ki onu sevmiyorum, kadını tanımıyorum bile!”
“Demek istediğim de bu. Hakkında hiçbir şey bilmediğin birini nasıl sevebilirsin? Şimdi bilgisayarının ‘Başlat’ menüsünü aç ve ‘Çalıştır’ı seç. Arama kutusuna ‘cmd’ yaz.”
Emre, Hikmet’in dediğini yaptı ve siyah fonlu bir pencere belirdi. Hiçbir resim, renk ya da şekil yoktu. Yalnızca İngilizce bazı yazılar olan siyah bir fondu.
Hikmet şöyle dedi:
“Bu bilgisayarının DOS bölümü. Buraya komutlar yazarsın ve dosya dizinini listelemek gibi bazı işlemler yapar. Ama diyelim ki senin ona bir komut yazman yerine, o sana yerine getirmen için bir komut yazdı. Diyelim ki DOS sana bir koyun kurban etmeni söyledi. Dahası, diyelim ki bu komut Arapça. Söylesene Emre, sana böyle anlamadığın bir dilde talimatları veren bir bilgisayarı sever miydin? Bilgisayarın nasıl çalıştığını bilmiyorsun; hakkında hiçbir şey bilmiyorsun. Neden koyun kurban etme komutunu verdiğini bilmiyorsun, sadece sana yapmanı söylüyor. Her komut için birilerine komutun ne olduğunu sormak zorundasın, çünkü Arapça bilmiyorsun. Bu bilgisayarı sevebilir misin?”
“Tabii ki bilgisayarı sevmezdim, o bir insan değil, bir makine.”
“Fakat senin tarif ettiğin Allah da yalnızca bir makine. Duygu yok, O’nun nasıl biri olduğuna dair hiçbir bilgi yok, yabancı bir dilde verilmiş emirlerden başka hiçbir şey yok. Böyle bir Allah’ı nasıl sevebilirsin? Bak burada dayın Kerem var. O seni seviyor mu?”
Emre yanıtladı: “Tabii ki beni seviyor.” “Seni sevdiğini nereden biliyorsun?”
“Beni kucaklıyor, benimle vakit geçiriyor, hatta beni sevdiğini söylüyor.”
Hikmet, “Ama seni hiç görmedi” diye vurguladı.
“Beni hiç görmedi ama işitebilir, konuşabilir ve hissedebilir.”
“Doğru” dedi Hikmet. “İşitemeseydi ve konuşamasaydı ve hissedemeseydi bizimle ilişki kurabilecek kapasiteye sahip olamazdı. Biz Allah’ı göremeyiz, fakat Allah bizi O’nu anlayabilecek bir kapasiteden yoksun olarak yaratmadı. Allah’ın yaptığı her şey harikadır, öyle değil mi?”
“Evet” dedi Emre.
“Sence hangisi daha iyi: O’nun bizi yabancı dilde verilmiş emirlere körü körüne uymamız için yaratmış olması mı, yoksa bizi kendi karakterini bilme, takdir etme ve sevme yetisine sahip olarak yaratmış olması mı?”
Emre, “Ama...” diyecek oldu.
Ancak dayısı Kerem sözünü keserek şöyle dedi: “Bir tanrının emrine itaat etmek kulluktur, fakat sevgi bunun çok üstündedir. Sevgi yücedir.”
Sevgi yücedir ve Allah kendisini yaratıklarına eylemlerle, sözel ifadelerle ve öykülerle açıklamayı seçmiştir. İsa’nın anlattığı, ilahî karakteri bilebilmemiz, takdir edebilmemiz ve sonunda seve- bilmemiz için tanımlamaya yardımcı olan bir öyküye bakalım. Öykümüze Luka 15. bölüm, 11–19 ayetlerini okuyarak başlayalım:
11 İsa, “Bir adamın iki oğlu vardı” dedi. 12 “Bunlardan küçüğü babasına, ‘Baba’dedi, ‘Malından payıma düşeni ver bana.’Baba da servetini iki oğlu arasında paylaştırdı. 13 Bundan birkaç gün sonra küçük oğul her şeyini toplayıp uzak bir ülkeye gitti. Orada sefahat içinde bir yaşam sürerek varını yoğunu çarçur etti. 14 Delikanlı her şeyini harcadıktan sonra, o ülkede şiddetli bir kıtlık baş gösterdi, o da yokluk çekmeye başladı. 15 Bunun üzerine gidip o ülkenin vatandaşlarından birinin hizmetine girdi. Adam onu, domuz gütmek üzere otlaklarına yolladı. 16 Delikanlı, domuzların yediği keçiboynuzlarıyla karnını doyurmaya can atıyordu. Ama hiç kimse ona bir şey vermedi. 17 Aklı başına gelince şöyle dedi: ‘Babamın nice işçisinin fazlasıyla yiyeceği var, bense burada açlıktan ölüyorum. 18 Kalkıp babamın yanına döneceğim, ona, Baba diyeceğim, Tanrı’ya ve sana karşı günah işledim. 19 Ben artık senin oğlun olarak anılmaya layık değilim. Beni işçilerinden biri gibi kabul et.’
Öyküdeki Baba, Allah’ı temsil etmektedir. Hepimiz Allah’tan yetenekler ve beceriler aldık. Bir kimse dıştan ne kadar zengin veya mutlu görünürse görünsün, benliğe odaklanmış olan her hayat boşa harcanmaktadır. Allah’tan ayrı yaşamaya çalışan herkes kendisine Allah tarafından verilmiş olan mirası çarçur etmektedir. Benzetmedeki oğul gibi, günah işlemek isteyenler Allah’ı unutarak O’ndan uzaklaşmaya çalışmaktadır.
Öyküde, oğul ihtiyacı olduğunu ya da hayatını daha iyi hale getireceğini sandığı bir şeyi aramak üzere, babasının güvenliğini ve sevgisini terk etti. Onun bilmediği, bunların her zaman kendisini beklediğiydi. Her şeyi denedi: eğlenceler, dostlar, kadınlar. Fakat yalnızca kalbinde doldurulamayacak bir boşlukla kalakaldı. Bu onun yıkımına neden oldu ve dibe vurduğu zaman ne kadar ileri gittiğinin farkına vardı. Babasını ve geride bıraktığı hayatı düşündü.
Oğul kendine gelince eve gitmek istediğine karar verdi. Eve gidebileceğini neden düşündü? Gençken babasının kurallarını kısıtlayıcı ve sıkıcı olarak görmemiş miydi? Babasının evine geri kabul edileceğini nereden çıkarmıştı?
Belli ki babasının evinde sevgi olduğuna dair bir düşüncesi vardı. Onu babasının evine geri çeken şey bu sevginin hatırasıydı. Kendi tövbemiz ve bencillikten dönüşümüz için cazip gelen şey de Allah’ın sevgisi ve O’nun merhametine ilişkin bilgi değil midir?
Benzetmeyi Luka 15. bölüm, 20–24 ayetlerinden okumaya devam edelim:
20 “Böylece kalkıp babasının yanına döndü. Kendisi daha uzaktayken babası onu gördü, ona acıdı, koşup boynuna sarıldı ve onu öptü. 21 Oğlu ona, ‘Baba’ dedi, ‘Tanrı’ya ve sana karşı günah işledim. Ben artık senin oğlun olarak anılmaya layık değilim.’ 22 Babası ise kölelerine, ‘Çabuk, en iyi kaftanı getirip ona giydirin!’ dedi. ‘Parmağına yüzük takın, ayaklarına çarık giydirin! 23 Besili danayı getirip kesin, yiyelim, eğlenelim. 24 Çünkü benim bu oğlum ölmüştü, yaşama döndü; kaybolmuştu, bulundu.’ Böylece eğlenmeye başladılar.
İsa, Allah’ın günahkârlar için isteğinin eve dönmeleri olduğunu bildirmekle kalmıyor. Aynı zamanda babanın kalbini, yani Allah’ın kalbini gösteriyor. Baba her gün dışarıda durdu ve oğlunun eve gelebileceğini umarak uzaklara baktı. Oğlunun uzaktan yaklaştığını gördüğünde heyecanlandı ve kalbi sevinçle doldu. Aynı şekilde, Allah’ın kalbinde de hayatını Allah’tan ayrı geçirerek mah- veden kişi için özlem vardır. Allah günahkârın kendisine dönmesini özlemle beklemektedir. Öyküde baba oğluna şefkat gösterir, boynuna sarılır ve onu öper. Oğlunun hizmetçi olarak çalışma isteğini duymazdan gelen baba, oğlunun paçavra gibi giysilerini güzel giysilerle örter ve yetkisini gösteren mühür yüzüğünü genç adamın parmağına takar. Sonra kayıp oğlunun dönüşünü kutlamak için bir ziyafet düzenlenmesini ister.
Değerli okuyucu, belki siz de hayatınızı bencilce zevklere harcamışsınızdır. Tıpkı yolun sonunda durup oğlunu bekleyen sev- gi dolu baba gibi, Allah’ın isteğinin de O’nun kucaklayışına geri dönmeniz olduğundan emin olabilirsiniz. Allah’ın bir “doğruluk” evi vardır ve O sizi burada istemektedir. Fakat Allah’ın iradesinden daha fazlası, çok daha fazlası söz konusudur. Allah sizi seviyor ve O’nun sevgisi sizi eve çekiyor. Allah’ın kalbinin eve dönmeniz için özlem duyduğunu gördüğünüzde, Allah’ın sevgisini ve tüm günahlarınızı örtme arzusunu hissedebildiğinizde, O’nun sizi oğul olarak adlandırmaktan ve kaybolmuş olan ebedî hayat mirasınızı size geri kazandırmaktan ne kadar mutlu olduğunu anlayacaksınız; bu eve dönüşü kolaylaştırır.
Hiç şerefinize bir şölen düzenlendi mi? Belki tüm arkadaşlarınız ve aileniz doğum gününüzde, sünnetinizde ya da düğününüzde size sürpriz yapmışlardır. Allah, eve dönüp O’nun ailesine katılırsanız gökte büyük sevinç olacağını söylüyor. Melekler arasında bir şölen! Allah’ın kalbini coşturmuş olacaksınız. Tıpkı bir annenin ya da babanın ilk çocuğunun ilk adımlarında heyecanlandığı gibi, doğruluğa doğru attığınız adımlar Allah’ı heyecanlandırır.
İsa’nın benzetmesine Luka 15. bölüm, 25–32 ayetlerinden devam edelim:
25 “Babanın büyük oğlu ise tarladaydı. Gelip eve yaklaştığında çalgı ve oyun seslerini duydu. 26 Uşaklardan birini yanına çağırıp, ‘Ne oluyor?’ diye sordu. 27 O da, ‘Kardeşin geldi, baban da ona sağ salim kavuştuğu için besili danayı kesti’ dedi. 28–29 Büyük oğul öfkelendi, içeri girmek istemedi. Babası dışarı çıkıp ona yalvardı. Ama o, babasına şöyle yanıt verdi: ‘Bak, bunca yıl senin için köle gibi çalıştım, hiçbir zaman buyruğundan çıkmadım. Ne var ki sen bana, arkadaşlarımla eğlenmem için hiçbir zaman bir oğlak bile vermedin. 30 Oysa senin malını fahişelerle yiyen şu oğlun eve dönünce, onun için besili danayı kestin.’ 31 Babası ona, ‘Oğlum, sen her zaman yanımdasın, neyim varsa senindir’ dedi. 32 ‘Ama sevinip eğlenmek gerekiyordu. Çünkü bu kardeşin ölmüştü, yaşama döndü; kaybolmuştu, bulundu!’”
Büyük kardeş ziyafetin küçük kardeşi için verildiğini anladığında hoşnutsuz oldu. Babasıyla kendi ilişkisini bir
hizmetçi–efendi ilişkisi olarak gördü.
“Bunca yıldır sana hizmet ediyorum, sen benim için bir ziyafet bile vermedin!”
Değerli okuyucu, İsa bize Allah’a ilişkin kul–efendi fikrinin yanlış olduğunu gösteriyor. Allah tehditler savurarak kölelerinden itaat isteyen bir efendi değil. O, kayıp çocuklarının eve döneceğini uman sevgi dolu bir baba gibidir. Benzetmede Allah kendisi hakkında, karakteri hakkında bir şeyler bildiriyor. Eve dönmemiz yalnızca Allah’ın iradesi değildir, O bizim dönüşümüzü özlemle bekler.
“Allah’ın günahkârları sevmediğini” ya da “Allah’ın nankörleri veya kötüleri sevmediğini” hiç duydunuz mu?
Belki de “Allah yanlış yapanları sevmez” anlayışına inanarak yetiştirilmişsinizdir. Fakat İsa bize Allah’ın kendisinden dönerek günahlı hayatı tercih eden kişiyi yine de sevdiğini ve geri dönmesini istemekle kalmayıp özlemle beklediğini gösteriyor. Allah bize kendisinin kim olduğunu bildiriyor.
Aslında Allah kutsal yazılarda yalnızca iradesini değil, kalbini, kişiliğini ve karakterini de bildirmiştir. İşte birkaç örnek:
“RAB baktı, yeryüzünde insanın yaptığı kötülük çok, aklı fikri hep kötülükte. İnsanı yarattığına pişman oldu. Yüreği sızladı.”9
“Ona uzaktan görünüp şöyle dedim [Rab]: seni sonsuz bir sevgiyle sevdim, bu nedenle sevecenlikle seni kendime çektim.”10
“RAB şöyle diyor: ‘Bilge kişi bilgeliğiyle, güçlü kişi gücüyle, zengin kişi zenginliğiyle övünmesin. Dünyada iyilik yapanın, adaleti, doğruluğu sağlayanın ben RAB olduğumu anlamakla ve beni tanımakla övünsün övünen. Çünkü ben bunlardan hoşlanırım’ diyor RAB.”11
“Nasıl vazgeçerim senden, ey Efrayim? Nasıl teslim ederim seni, ey İsrail? Adma’ya yaptığımı nasıl sana yaparım? Seni nasıl Sevoyim’e çeviririm? Yüreğim değişti içimde, alevlendi acıma duygularım. Kızgın öfkemi başınıza yağdırmayacağım, Efrayim’i yeniden yok etmeyeceğim. Çünkü ben insan değil, Tanrı’yım, Kutsal Olan’ım aranızda, artık öfkeyle üzerinize varmayacağım.”12
Eyüp, “Tanrı’nın derin sırlarını anlayabilir misin? Her Şeye Gücü Yeten’in sınırlarına ulaşabilir misin?” dedi.13
Allah’ı mükemmel bir şekilde tanıyamayız, çünkü O sınırsızdır, bizse sınırlıyız. Ancak Kutsal Kitap şunu da söylüyor:
“Gizlilik Tanrımız RAB’be özgüdür. Ama bu yasanın bütün sözlerine uymamız için açığa çıkarılanlar sonsuza dek bize ve çocuklarımıza aittir.”14
Yasasını tutmamız Allah’ın isteğidir. Fakat yasayı yerine getirmekle kalmayıp, bunu sevgiden ve O’nun sevgi ve fedakârlık Tanrısı kimliğini takdir ederek yapabilmemiz için, Allah insana kendi kalbinin sevgi olduğunu açıklamıştır. O’nu anlamadıkça ve tanımadıkça sevemeyiz.
Altı yaşındaki küçük Oktay, Antalya’da ailesiyle birlikte tatil yaptıkları sırada amcası Faruk’la birlikte denizde yüzüyordu. Suda oynamaktan yoruldular ve sonunda dalgaların ayaklarını yaladığı yerde kumlara oturdular.
Faruk suyun üzerinden uzaklara bakarak, küçük yeğeni Oktay’a şöyle dedi:
“Deniz gerçekten hayret verici. Kimi zaman dalgalı, kimi zaman durgun. Kimi zaman sakin, kimi zaman gürültülü. Çok güçlü, ama yine de dinlendirici ve yatıştırıcı. Şifa veriyor. Gerçekten çok derin. Sence okyanus ne kadar derindir?”
Oktay, “Bilmiyorum. Benim gidebileceğimden daha derinlere ulaşıyor. Fakat bir şeyi biliyorum” diye yanıtladı.
“Nedir o?”
“Derinlerdeki su da ıslak ve tuzlu.”
Allah hakkında her şeyi bilemeyiz. Fakat tıpkı Oktay’ın deniz suyunun ta dibe kadar ıslak ve tuzlu olduğunu bildiği gibi, biz de Allah hakkında bir şeyler bilebiliriz. Kutsal Kitap’ta, Allah’ın eylemlerine dair kendi bildirileri, nasıl olduğuna dair ifadeler ve kendisi hakkında yaptığı benzetmeler yoluyla verilen, Allah’ın kimliğine ilişkin değişmez ve tutarlı kanıtlar bulunmaktadır. Kutsal Kitap Allah’ın duygularına, karakterine ve bilgisine ilişkin bölümler içermeseydi, kitapta pek fazla bir şey kalmazdı!
Başkalarının yalanlarına, kişisel görüşlerine ve cehaletine inanmaktan vazgeçin. Allah’tan kendisini size daha geniş bir şekilde göstermesini isteyin. Allah’ı daha iyi tanıyabilmeniz için O’ndan karakterini size açıklamasını isteyin.
“Tadın da görün, RAB ne iyidir” (Mezmur 34:8).
Tartışma Soruları
1. Küçük oğul neden henüz evdeyken çılgın bir hayat yaşamaya çalışmadı?
2. Allah’ı unutan herkes fakirliğe düşer mi? Zengin bir adamın Allah’a dönmek istemesini ne sağlayabilir?
3. Küçük oğlun gerçekten tövbe ettiğini anlamamızı sağlayan nedir?
4. Allah’ın tamamen bilinemez olduğuna inanıyor musunuz? Neden ya da neden değil? Yanıtınız “hayır” ise, Allah
hakkında ne biliyorsunuz?
9 Bkz. Yaratılış 6:5, 6.
10 Bkz. Yeremya 31:3.
11 Bkz. Yeremya 9:23, 24.
12 Bkz. Hoşea 11:8, 9.
13 Bkz. Eyüp 11:7.
14 Bkz. Yasanın Tekrarı 29:29.