Fedakârlık sözcüğünü düşündüğümüzde akla ne gelir? Hasta çocuğuna bakmak için tüm gece uykusuz kalan anneyi mi düşünürsünüz? Oğlunun üniversite eğitimini karşılamak için ailenin yazlık evini satan bir babayı mı düşünürsünüz? Bu her iki eylemin de fedakârlık gerektirdiği doğrudur. Öyleyse en büyük fedakârlık ne olurdu? Evet, haklısınız! Fedakârlığın en büyük biçimi kendi arzularımızı ya da dileklerimizi bir kenara bırakmaktan, külfet getirici bir şey yapmaktan ya da faturaları ödemek için bir şey satmaktan çok daha büyüktür. Başkalarının yararına kendi hayatımızdan vazgeçmek demektir. Dünya tarihindeki en büyük fedakârlık sahnesi hakkında okumaya başlamadan önce, hiçbir zaman unutmayacağımız bir tarihi olayı gözden geçirelim.
25 Nisan 1915’e yaklaşan haftalar gergindi. Çanakkale Boğazı boyunca kamp kurmuş olan Türk askerleri büyük bir muharebenin yakın olduğunu biliyorlardı. İlk darbeleri Şubat ayında yarımadanın kuzeyine Fransız ve İngiliz donanmalarının saldırısı sırasında almışlardı. Bunu Mart ayında büyük bir saldırı izlemişti. Patlayan top mermilerinin sesleri, yaralı askerlerin çığlıkları, kanla ıslanmış toprak ve karınlarının gurultusu, savaşın bedelini sürekli olarak hatırlatıyordu. Erzakları kıttı, yiyecek tayına bağlanmıştı ve cephane azdı. Ancak halen üstünlüğü ellerinde bulunduruyorlardı ve düşmanın yarımadayı ikiye bölme teşebbüsünü bozmuşlardı.
Aynı anda, İtilaf Devletlerinin askerleri gemilerinde ve uzak ülkelerdeki karargâhlarında, moralleri yüksek, zaferlerinden emindiler. Evet, önceki saldırılarda büyük kayıplar vermişlerdi. Ancak kara kuvvetlerinin destekleyeceği başka bir donanma taarruzunun İstanbul yolunu açacağından emindiler. Böylece Mısır’da birliklerini toplamaya ve hazırlık yapmaya başladılar.
İttifak Devletleri de, istihbaratları ve dış dünyayla bağlantıları çok kısıtlı olarak hazırlıklara başladılar. Ne yazık ki Türk güçlerinin komutanları stratejilerini tartışırken bir anlaşmazlık patlak verdi. İtilaf Devletlerinin nereye saldıracağını da, kendi birliklerini nereye yerleştirmeleri gerektiğini de bilmiyorlardı. Yanlış karar verirlerse sonucu ölümcül olabilirdi. En büyük taarruzun nereye yapılacağını kesin olarak öngörememelerine rağmen, sahilleri hazırlamayı, yollar yapmayı ve birlikleri nakletmeyi başarabildiler. Fakat hiçbir şey onları 25 Nisan sabahı gördükleri ve tecrübe ettikleri şeye hazırlayamazdı!
Güneşin ilk ışıkları ufukta göründüğünde denizde demirlemiş yüzlerce gemi gördüler. Askerler sahile çıkarılıyor, sirenler çalıyordu. Seher vaktinin sükunetini ve cıvıldayan kuşların seslerini tüfek ve top ateşi sesleri bastırdı. Birliklerimizin sahile ve yamaçlara dört bir yandan yaklaşan binlerce İtilaf askerini gördüğünde ne hissettiklerini düşünebiliyor musunuz? Buna bir de neredeyse hiç cephaneleri olmadığını ekleyin. Askerlerin çoğu muhtemelen 25 Nisan günü gün doğumunun son gördükleri gün doğumu olacağını biliyordu!
Yaklaşık 2000 yıl önce, İsa’nın öğrencilerini hazırlamak için söylemiş olduğu tüm şeylere rağmen, onlar da olan bitene inanamıyordu. Birlikte üç yıl geçirdikleri öğretmen, peygamber ve adam gitmişti. Sıradan bir suçlu gibi geceleyin tutuklanmış, yakın bir arkadaşı tarafından ele verilmiş ve savaş esiri gibi alınıp götürülmüştü. Dünyevi bir krallık rüyaları paramparça olmuştu. Romalıların İsrail’den kovulmaları kısa süren bir hayaldi.
O karanlık ve ümitsiz gecede, Yuhanna ile Petrus dışındaki bütün öğrenciler kaçmıştı. Onlarsa tapınak muhafızlarını başrahibin İsa’yı sorgulamayı planladığı gizli toplantı yerine kadar izlemişlerdi. Yuhanna, bir arkadaşı kendisini içeri aldıktan sonra olaylara tanıklık etti. Rahiplerin suçlamalarını duyduğunda ve İsa’nın karşı koymadığını, hatta kendini savunmaya bile çalışmadığını gördüğünde şaşkınlığa uğradı. Onun anlatısını Yuhanna 18. bölüm, 19–21 ayetlerinde okuyalım:
19 Başkâhin İsa’ya, öğrencileri ve öğretisiyle ilgili sorular sordu. 20 İsa onu şöyle yanıtladı: “Ben söylediklerimi dünyaya açıkça söyledim. Her zaman bütün Yahudiler’in toplandıkları havralarda ve tapınakta öğrettim. Gizli hiçbir şey söylemedim. 21 Beni neden sorguya çekiyorsun? Konuştuklarımı işitenlerden sor. Onlar ne söylediğimi biliyorlar.”
İsa kırlarda, tepelerde ve dağ yamaçlarında, hatta Tapınak’ta, Allah’ın kendisine verdiği gerçekleri açıkça söyledi. O’nun sırları ya da gizli bir gündemi yoktu. O’nun saklayacak bir şeyi yoktu. O’nun tek meydan okuyuşu verdiği basit yanıttı. İsa yasayı biliyordu, O Allah’ın sözüydü! Eski Antlaşma’ya göre rahiplerin dahi bir kişiyi bir suçtan mahkûm etmek için en az iki tanığa ihtiyaçları vardı. İsa öz olarak şunu söylüyordu:
“Siz ve diğer herkes neler söylüyor olduğumu biliyorsunuz. Eğer söylediğiniz gibi yaptımsa, tanıklar nerede? Gidin onları getirin!”
Başrahibin ses tonu ve suçlamaları yeterince sarsıcı değilmiş gibi, Yuhanna 22. ve 23. ayette kayıtlı olan olaylara tanık olduğunda ne hissetmiştir?
22 İsa bunları söyleyince, yanında duran görevlilerden biri, “Başkâhine nasıl böyle karşılık verirsin?” diyerek O’na bir tokat attı. 23 İsa ona, “Eğer yanlış bir şey söyledimse, yanlışımı göster!” diye yanıtladı. “Ama söylediklerim doğruysa, niçin bana vuruyorsun?”
Bir muhafız, günahkâr biri, günahsız olan İsa Mesih’in yüzüne vurdu! İsa’nın ne yaptığı dikkatinizi çekti mi? Adama vurarak karşılık vermedi. Bağırmadı. Sakin bir şekilde adama baktı ve kendisine neden vurduğunu sordu. Yüzümüze çok sık tokat yemeyiz, fakat bazen insanlar kaba şeyler söyler. En son rencide edildiğiniz zaman siz ne yaptınız?
İsa, fırtınayı dindiren ve Lazar’ı mezardan çağıran sesiyle, o adamı ebedî yıkıma mahkûm edebilirdi. Onu öldürmeleri için melekleri çağırabilirdi. Ancak O bunun yerine adama eylemlerini savunmasını söyledi. İsa hiçbir zaman intikam, kin ya da nefret gibi günahlı karakter özelliklerine sahip olmadı. O hiç kimseye benzemeyen bir adamdı.
O zamanlar Yahudi yetkililer ölüm cezasını vermeye yetkili değillerdi, zira Roma işgali altındaydılar. Bu nedenle İsa’yı Yahudiye’nin bölgesel valisi Pontius Pilatus’a göndermişlerdi. Pilatus’un istediği gibi davranmaya tam yetkisi olmasına rağmen, Yahudiye eyaletini kontrol altında tutması da gerekiyordu. Böylece, sürekli isyan tehdidi altında Pilatus bir uzlaştırma uzmanı, kurt politikacı olmuştu.
İsa’nın tutuklu olarak Pilatus’un yüksek mahkemesine götürül- düğünde neler olduğunu Yuhanna 18. bölüm, 28–32 ayet-lerinde görelim:
28 Sabah erkenden Yahudi yetkililer İsa’yı Kayafa’nın yanından alarak vali konağına götürdüler. Dinsel kuralları bozmamak ve Fısıh yemeğini yiyebilmek için kendileri vali konağına girmediler. 29 Bunun üzerine Pilatus dışarı çıkıp yanlarına geldi. “Bu adamı neyle suçluyorsunuz?” diye sordu. 30 Ona şu karşılığı verdiler: “Bu adam kötülük eden biri olmasaydı, O’nu sana getirmezdik.” 31 Pilatus, “O’nu siz alın, kendi yasanıza göre yargılayın” dedi. Yahudi yetkililer, “Bizim hiç kimseyi ölüm cezasına çarptırmaya yetkimiz yok” dediler. 32 Bu, İsa’nın nasıl öleceğini belirtmek için söylediği sözler yerine gelsin diye oldu.
Sanhedrin’in İsa’yı neden tutukladığına dair herhangi bir şüphe 131 var idiyse, artık hiç kalmamalıdır. İsa’yı öldürmek istedikleri kendi ifadelerinden açıkça anlaşılıyor. Ne yazık ki Fısıh için törensel olarak temiz kalmayı o kadar dert ediyorlardı ki, cinayetin günah olduğunu unuttular! 33–35 ayetleriyle devam edelim:
33 Pilatus yine vali konağına girdi. İsa’yı çağırıp O’na, “Sen Yahudiler’in Kralı mısın?” diye sordu. 34 İsa şöyle karşılık verdi: “Bunu kendiliğinden mi söylüyorsun, yoksa başkaları mı sana söyledi?” 35 Pilatus, “Ben Yahudi miyim?” dedi. “Seni bana kendi ulusun ve başkâhinlerin teslim ettiler. Ne yaptın?”
Bu ayetleri okumak kimi zaman kötü bir film izlemek gibi. İçinizden şöyle bağırmak gelir:
“O ölümü hak edecek bir şey yapmadı! O insan bedeninde Allah’ın Sözü’dür. O körleri iyileştirdi, fırtınayı dindirdi, cinleri kovdu ve ölüleri diriltti. İsa’nın sıradan bir adam olmadığını göremiyor musunuz?”
İsa’nın kral oluşuna gelince, O’nun Pilatus’un sorusuna nasıl yanıt verdiğine bakalım. Bunu Yuhanna 18. bölüm, 36. ve 37. ayetlerde okuyabiliriz:
36 İsa, “Benim krallığım bu dünyadan değildir” diye karşılık verdi. “Krallığım bu dünyadan olsaydı, yandaşlarım, Yahudi yetkililere teslim edilmemem için savaşırlardı. Oysa benim krallığım buradan değildir.” 37 Pilatus, “Demek sen bir kralsın, öyle mi?” dedi. İsa, “Kral olduğumu sen söylüyorsun” karşılığını verdi. “Ben gerçeğe tanıklık etmek için doğdum, bunun için dünyaya geldim. Gerçekten yana olan herkes benim sesimi işitir.”
İsa’nın ifadesinden O’nun bir kral olduğu açıkça anlaşılıyor; fakat genel olarak düşündüğümüz türden bir kral değil. O zaman Yahudilerin çoğu Mesih’in Romalıları ortadan kaldırarak yeni bir Yahudi krallığı kuracağını düşünüyordu. Ancak İsa’nın ifadesi bu düşüncelerinin yanlış olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. O dünyevi bir krallık kurmaya gelmedi. Hayır, O daha büyük bir şeye, gökte ve yeni yeryüzünde ve Allah’ı seven herkesin yüreklerinde bulunan Allah’ın krallığına odaklanmıştı. Öyküye Matta’dan devam etmeden önce Yuhanna 18. bölüm, 38. ayeti okuyalım:
38 Pilatus O’na, “Gerçek nedir?” diye sordu. Bunu söyledikten sonra Pilatus yine dışarıya, Yahudiler’in yanına çıktı. Onlara, “Ben O’nda hiçbir suç görmüyorum” dedi.
Gerçek nedir? İnsanların gerçek hakkında kafalarının her zamankinden daha karışık olduğu bir zamanda yaşıyoruz. Gerçeğin kültüre, zamana ve yaşam şartlarına bağlı olduğunu söylüyorlar. Sizin için gerçek olabilecek olan şeyin onlar için olmadığını söylüyorlar. Doğrusu, su susuzluğu giderir ve ekmek bedeni besler. Gerçek vardır ve bulunabilir.
Önceki derslerimizden birinde İsa kendisinin yol, gerçek ve hayat olduğunu söylemişti. Pilatus, Gerçek’in tam önünde durmakta olduğunu fark edemedi! İsa tüm peygamberlerin yazdığı tüm şeylerin ünlem işaretiydi. O, Allah’ın evrenden günahı kaldırma çabalarının ok başıydı. Gerçek bilinebilir olmakla kalmıyordu, aynı zamanda İsa Mesih’in şahsında görünür ve canlıydı da.
Şimdi Matta kitabına geçelim ve öyküye 27. bölüm, 15–19 ayetlerinden devam edelim:
15 Her Fısıh Bayramı’nda vali, halkın istediği bir tutukluyu salıvermeyi adet edinmişti. 16 O günlerde Barabba adında ünlü bir tutuklu vardı. 17 Halk bir araya toplandığında, Pilatus onlara, “Sizin için kimi salıvermemi istersiniz, Barabba’yı mı, Mesih denen İsa’yı mı?” diye sordu. 18 İsa’yı kıskançlıktan ötürü kendisine teslim ettiklerini biliyordu. 19 Pilatus yargı kürsüsünde otururken karısı ona, “O doğru adama dokunma. Dün gece rüyamda O’nun yüzünden çok sıkıntı çektim” diye haber gönderdi.
Pilatus İsa’nın asil fakat alçakgönüllü tavrından O’nun ölüm cezasını hak eden bir suçlu olmadığını anlamıştı. Ayrıca bu kadar zararsız görünen bir adamı mahkûm etmek istemiyordu. Evet, O’nun öğretileri radikal, hatta belki de ruhsal açıdan devrimciydi. Fakat O hiç kimseye zarar vermemiş, Roma İmparatorluğu’nu tehdit etmemişti. Bu yetmezmiş gibi, Allah bir rüyada karısına seslenmiş ve Pilatus’u bu maskaralığa karışmaması için uyarmıştı. Ne yazık ki Pilatus bu işe çoktan batmıştı. Kalabalığın önünde dururken şöyle dedi:
“Kimi salıvermemi istersiniz, Barabba’yı mı yoksa İsa’yı mı?”
Barabba, Romalılardan bağımsızlık elde etmek için şiddete başvurmayı savunan yurtseverler teşkilatının bir üyesiydi. Hatta bir isyana önayak olmuş ve cinayetten tutuklanmıştı. Siz kimi salıvermeyi seçerdiniz, katili mi, yoksa günahsız peygamberi mi? Kolay bir seçim gibi görünüyor. Kalabalığın ne söylediğini 20–23 ayetlerinde görelim:
20 Başkâhinler ve ileri gelenler ise, Barabba’nın salıverilmesini ve İsa’nın öldürülmesini istesinler diye halkı kışkırttılar. 21 Vali onlara şunu sordu: “Sizin için hangisini salıvermemi istersiniz?” “Barabba’yı” dediler. 22 Pilatus, “Öyleyse Mesih denen İsa’yı ne yapayım?” diye sordu. Hep bir ağızdan, “Çarmıha gerilsin!” dediler. 23 Pilatus, “O ne kötülük yaptı ki?” diye sordu. Onlar ise daha yüksek sesle, “Çarmıha gerilsin!” diye bağrışıp durdular.
İnanılmaz! İnsanlar bir katilin özgürlüğe kavuşturulması ve doğru bir adamın idamı için yalvardı. Allah neredeydi? Neden bunun olmasına izin veriyordu? Bunun olmasına izin veriyordu, çünkü bu ta Aden Bahçesi’ne dayanan planın bir parçasıydı. Bu, gözlerinin önünde gerçekleşen bir plandı. Okumaya Matta 27. bölüm, 24–26 ayetlerinden devam edebiliriz:
24 Pilatus, elinden bir şey gelmediğini, tersine, bir kargaşalığın başladığını görünce su aldı, kalabalığın önünde ellerini yıkayıp şöyle dedi: “Bu adamın kanından ben sorumlu değilim. Bu işe siz bakın!” 25 Bütün halk şu karşılığı verdi: “O’nun kanının sorumluluğu bizim ve çocuklarımızın üzerinde olsun!” 26 Bunun üzerine Pilatus onlar için Barabba’yı salıverdi. İsa’yı ise kamçılattıktan sonra çarmıha gerilmek üzere askerlere teslim etti.
Pilatus ellerini yıkadığında, bunun masum bir adamı mahkûm etmenin suçluluğunu ortadan kaldıracağını sanmıştı. Ancak bir önder olarak bunu yapamazdı. Onun da bir seçim yapması gerekiyordu. Halkın isteğine rağmen doğru kararı verebilirdi. Ne yazık ki o gerçeği izlemekten çok insanları memnun etmeyi düşünüyordu. Ama öte yandan, Pilatus’un kendisi de gerçeğin ne olduğunu bilmiyordu. Üzücü bir şekilde, Pilatus’un hayatının geri kalanını okursanız, intihar ettiğini göreceksiniz.
26. ayette İsa’nın kamçılandığı söyleniyor. Bunun anlamını kavramanız çok önemli. Roma geleneğinde bir suçlu idam edilmeden önce kamçılanırdı. Kamçı iki ya da üç kordon bağlı bir saptan meydana gelirdi. Kordonların üzerinde aralıklı olarak yerleştirilmiş, keskin, çoğunlukla çinko ve demirden madeni parçalar bulunurdu. Birkaç darbe aldıktan sonra insanın sırtının ne hale geldiğini tahmin edebilirsiniz. Derisi soyulur, kasları açığa çıkardı; büyük miktarda kan kaybeder ve zorlukla yürüyebilecek ölçüde zayıf düşerdi. Mahkûm ancak ölmek isteyebilirdi. Fakat Romalılar ölüm gerçekleşmeden önce dururlardı. Mahkûmu resmî cezaya, yani çarmıha saklamaları gerekiyordu.
Bu dersin geri kalanında bazı sarsıcı ayetler okuyacağız. Bazı insanlar böyle bir şeyin Allah’ın bir peygamberinin başına asla gelemeyeceğini söyleyeceklerdir. Allah’ın buna asla izin vermeyeceğine inanırlar. Fakat Allah’ın Sözü’nün yalan söylemediğini ve hiçbir insanın Allah’ın sözünü değiştirmeye gücünün yetmediğini defalarca gördük. Okuyacaklarımız yalın gerçekler. Öyleyse peşin hükümlerimizi, kişisel düşüncelerimizi ve şüphelerimizi bir kenara bırakalım. Kutsal Kitap’ın ne söylediğini okuyalım ve sonraki olayların Kutsal Kitap peygamberlik sözünü nasıl yerine getirdiğini görelim. İsa’ya saygı ve sevgi göstererek, 27–31 ayetlerini isteksizce okuyalım:
27 Sonra valinin askerleri İsa’yı vali konağına götürüp bütün 135 taburu başına topladılar. 28 O’nu soyup üzerine kırmızı bir kaftan geçirdiler. 29 Dikenlerden bir taç örüp başına koydular, sağ eline de bir kamış tutturdular. Önünde diz çöküp, “Selam, ey Yahudiler’in Kralı!” diyerek O’nunla alay ettiler. 30 Üzerine tükürdüler, kamışı alıp başına vurdular. 31 O’nunla böyle alay ettikten sonra kaftanı üzerinden çıkarıp kendi giysilerini giydirdiler ve çarmıha germeye götürdüler.
Şimdi okuduklarımızı hiç açıklayabilir miyiz? Yukarıdaki ayetlerde beş eylem vurgulanmış. Askerler İsa’nın giysilerini çıkardılar, başına dikenlerden bir taç koyup bastırdılar, O’nunla alay ettiler, O’na tükürdüler ve vurdular. O’nun dövüldüğünden, önceki geceden beri hiçbir şey yiyip içmediğinden ve çok kan kaybettiğinden ötürü zaten zayıf düştüğünü hatırlayın. Giysilerini çıkarttıklarında duyduğu acıyı tahmin edebilir misiniz? Herhalde giysilere yapışmış etler vardı. O askerlerin yüzlerindeki nefret, kıskançlık ve ahlak bozukluğuyla dolu bakışları hayal edebiliyor musunuz? Bunu onlara yaptırabilen neydi? Günah! Bunu itiraf etmek istemesek de, bu sizde ve bende olan aynı günah. Bize pişman olduğumuz ve utandığımız şeyleri yaptıran aynı günah.
İsa, Allah’ın Sözü ve bu yeryüzünde Allah’ın yasasının kişileşmiş halidir, çünkü O hiçbir zaman günah işlemedi. Günah işleyerek Allah’ın yasasını çiğnediğimizde (örneğin yalan söyleyerek, anne– babamıza itaatsizlik ederek, hırsızlık yaparak, Sebt gününü kutsal tutmayarak, vs.) İsa Mesih’le alay ediyor, O’na tükürüyor ve tokat atıyoruz! Kutsal Kitap’a göre, günahımıza kefaret edebilen tek şey kandır.54 Atalarımız bu yüzden hayvanları kurban ettiler. Fakat hayvanların kanı günahlarına gerçekten kefaret etmedi. Bunlar yalnızca tüm dünyayı bereketleyecek olan en büyük kurbanın bir simgesiydi.55 Bundan sonra neler olduğunu 32–36 ayetlerinde görelim:
32 Dışarı çıktıklarında Simun adında Kireneli bir adama rastladılar. İsa’nın çarmıhını ona zorla taşıttılar. 33–34 Golgota, yani Kafatası denilen yere vardıklarında içmesi için İsa’ya ödle karışık şarap verdiler. İsa bunu tadınca içmek istemedi. 35 Askerler O’nu çarmıha gerdikten sonra kura çekerek giysilerini aralarında paylaştılar. 36 Sonra oturup yanında nöbet tuttular.
Roma dünyasında çarmıha germe akla gelebilecek en kötü cezaydı. En aşağılık suçlular için ayrılmıştı. Dolayısıyla halkın olayı seyretmesi, suçluyla alay etmesi ve cezalandırılışına tanık olmaları normaldi. Mesih olan İsa, İyi Çoban, Allah’ın Sözü, Kaderi Değiştiren, böyle bir seyirliğin odak noktasıydı.
İsa dövüldükten sonra o kadar halsiz düşmüştü ki, çarmıhını Golgota’ya kadar tüm yol boyunca taşıyamadı. Omuzları o tahta kirişin ağırlığını taşıyamıyordu, hatta tutabilse dahi omuzlarındaki ve sırtındaki kan tahtanın kaymasına neden olacaktı. Sendeledi, düştü, ayağa kalktı, hatta zaman zaman süründü. Bunun olacağını aylar öncesinden biliyordu. Nereye gideceğini biliyordu. Fakat en önemlisi, gönüllü olarak gidiyordu!
Hiç bir tahta parçasına çivi çaktınız mı? Bir elinizle çekici kaldırırken diğer elinizle çiviyi tutarsınız. Çekici indirirken bütün gücünüzle çivinin başına vurursunuz. Çeliğin çeliğe teması yüksek sesli bir uğultu yapar. Roma askerleri İsa’yı o tahta çarmıha yatırdıklarında, tahtaya çivileri çaktılar. Fakat çivilerin tahtaya değmeden önce İsa’nın bileklerinden ve ayaklarından geçmeleri gerekiyordu.
Bunun ne kadar acı verici olduğunu hayal bile edemeyiz. Çiviler tendonları, bağ dokuları ve sinirleri delip geçti. Askerler İsa’yı kaldırırken O’nu tutan şeyler yalnızca bunlardı. Yerçekimi bedenini aşağı çekerek nefes almasını imkânsız hale getirirken, İsa sırtını eğerek yaralı kollarıyla kendini yukarı çekiyordu. Zaman zaman tek bir nefes alabilmek için kendisini yukarı çekiyordu. Aynı anda insanlar yanından geçiyor ve O’na sataşıyorlardı.
Askerler kendisini çarmıha çivilediklerinde İsa’nın ne dediğini biliyor musunuz? Luka 23. bölüm, 34. ayette görelim:
34 İsa, “Baba, onları bağışla” dedi. “Çünkü ne yaptıklarını bilmiyorlar.”
İsa Allah’tan askerleri, rahipleri ve alay edenleri bağışlamasını istedi! Bir an için durup bunu düşünün.
İsa yargılandığı zaman, öldürülürken, katillerinin kurtuluşunu düşünüyordu. Askerlerin olan biteni anlamadıklarını biliyordu. Onların gözünde İsa yalnızca sorun çıkaran asi Yahudilerden biriydi. Günün sonunda O’nun gerçekte kim olduğunu öğrenecekleri akıllarının ucundan bile geçmiyordu.
Matta 27. bölüm, 37–44 ayetlerinden devam edelim:
37 Başının üzerine, BU, YAHUDİLER’İN KRALI İSA’DIR diye yazan bir suç yaftası astılar. 38 İsa’yla birlikte, biri sağında öbürü solunda olmak üzere iki haydut da çarmıha gerildi. 39– 40 Oradan geçenler başlarını sallayıp İsa’ya sövüyor, “Hani sen tapınağı yıkıp üç günde yeniden kuracaktın? Haydi, kurtar kendini! Tanrı’nın Oğlu’ysan çarmıhtan in!” diyorlardı. 41–42 Başkâhinler, din bilginleri ve ileri gelenler de aynı şekilde O’nunla alay ederek, “Başkalarını kurtardı, kendini kurtaramıyor” diyorlardı. “İsrail’in Kralı imiş! Şimdi çarmıhtan aşağı insin de O’na iman edelim. 43 Tanrı’ya güveniyordu; Tanrı O’nu seviyorsa, kurtarsın bakalım! Çünkü, ‘Ben Tanrı’nın Oğlu’yum’ demişti.” 44 İsa’yla birlikte çarmıha gerilen haydutlar da O’na aynı şekilde hakaret ettiler.
Ne yazık ki bu kötü bir film ya da uydurma bir öykü değil. İsa dövüldü, çarmıha çivilendi ve alaya alındı. İnsanlığın günahının sonucunu gösteren bir resim yapabilseydiniz, muhakkak şöyle olurdu: Allah’ın seçilmiş Mesihi bir tepede çıplak bir biçimde çarmıha çivilenmiş. 45–50 ayetlerini okuyarak bu öyküyü sonlandıralım:
45 Öğleyin on ikiden üçe kadar bütün ülkenin üzerine karanlık çöktü. 46 Saat üçe doğru İsa yüksek sesle, “Eli, Eli, lema şevaktani?” yani, “Tanrım, Tanrım, beni neden terk ettin?” diye bağırdı. 47 Orada duranlardan bazıları bunu işitince, “Bu adam İlyas’ı çağırıyor” dediler. 48 İçlerinden biri hemen koşup bir sünger getirdi, ekşi şaraba batırıp bir kamışın ucuna takarak İsa’ya içirdi. 49 Öbürleri ise, “Dur bakalım, İlyas gelip O’nu kurtaracak mı?” dediler. 50 İsa, yüksek sesle bir kez daha bağırdı ve ruhunu teslim etti.
Günün ortasında gök karardı. Üç saat boyunca hiç günışığı yoktu. Saatler süren ıstıraplı acıdan sonra, İsa Allah’a feryat etti. Yıllar boyu İsa’nın bu ifadesi hakkında pek çok yorum yapılmıştır. Ancak bunların tümü aynı sonuca varır. İsa daha önce hiç hissetmediği bir şeyi hissediyordu. Yalnız ve terk edilmiş hissediyordu.
Üç yıl boyunca insanlara Allah’la bir olduğunu anlatmıştı. Allah’ı kendi babasına benzetmişti ve sürekli olarak kendisine emredileni yapıyordu. Fakat çarmıhta asılıyken, İsa sanki bir uçurumun kendisini Allah’tan ayırdığını hissetti. Artık Hayat Kaynağı’na bağlı değildi. İsa’nın temiz kaydı, yani O’nun günahsızlığının ışığında bunun nedenini ister istemez merak ederiz. İsa bu cezayı hak edecek bir şey yapmadı. O Allah’ın yasasını bir kez bile çiğnemedi! Öyleyse başka bir nedeni olmalı.
Önceki gece, Getsemani Bahçesi’nde, İsa Allah’tan “bu kâse”nin kendisinden alınmasını istemişti.56 Kutsal Kitap’ta Allah’ın yargısı çoğunlukla salgın hastalıklarla, gazapla ve yıkımla dolu bir kâse olarak tasvir edilir.57 İsa günah işlemediyse, Allah’ın gazap kâsesinden neden içecekti?
Şimdi göreceğiniz ifade biraz sarsıcı olabilir. İsa, her insanoğlu uğruna, Allah’ın günaha verdiği hükmü bütünüyle tecrübe ediyordu. İşte bu nedenle kendini yalnız ve Allah’tan ayrı hissetti. Başka bir nedeni olamaz. Bir düşünün! İsa çarmıha gönüllü gitti. Her zaman ve sadece doğru bir adam olmasına rağmen ölüm cezasını çekti. Tıpkı İsraillilerin kusursuz bir kuzu kurban etmeleri gerektiği gibi, İsa kendisini kusursuz bir kurban olarak verdi. Vaftizci Yahya O’nu “dünyanın günahını ortadan kaldıran Tanrı Kuzusu” olarak adlandırdı.58 İsa fedakârlığın mükemmel örneğiydi. O son kurbandı, Adem ile Havva’nın ilk kez günah işledikleri gün öngörülendi. Biz çekmek zorunda kalmayalım diye, günahın cezasını O çekti.
25 Nisan 1915 tarihinde tüm Türk erkekleri, kadınları ve çocukları Çanakkale’de değildi. Fakat siper kazan, soğuk gecelere göğüs geren ve nöbet bekleyen her askerin kalbindeydiler. Düşman yamaçlardan tırmanmaya başladığında ve yenilgi kaçınılmaz son olarak göründüğünde, genç bir general öne çıktı. Düşmanın daha fazla askeri, daha iyi silahları ve bol miktarda mühimmatı olduğunu biliyordu. Fakat bizim askerlerimizde olan bir şeye sahip olmadıklarını da biliyordu: haklı olarak kendilerinin olanı savunma ve halkları ile anayurtlarını koruma arzusu.
Düşman tepeden yukarı doğru ilerlerken, Mustafa Kemal onları engellemeye kararlıydı. Yapamazlarsa, savaşı büyük ihtimalle kaybedeceklerdi. Kaybedilecek zaman yoktu, hızla bir karar verilmesi gerekiyordu. 57. alay takviye gelene kadar dayanmak zorundaydı. Fakat cephaneleri yokken ve askerleri yemek yemediklerinden ötürü zayıf düşmüşken bunu nasıl yapabilirlerdi ki? Tek bir yol vardı, fakat bedeli ağır olacaktı. Askerler düşmanla yüz yüze savaşmak ve onları çıplak elleriyle durdurmak zorunda kalacaklardı. Belki fedakârlıkları destek birliklerine gelmelerine yetecek kadar zaman kazandıracaktı.
Ancak annelerin emzirdikleri, büyüttükleri ve kendisine teslim ettikleri oğullarını kaybedeceklerini bilerek bu emri nasıl verebilirdi ki? Onları nasıl ölüme gönderebilirdi? Başka bir seçenek var mıydı? Hangisi daha zor olacaktı, ölme emrini vermek mi, bunu yerine getirmek mi? Evet, yapılması gerekiyordu. Tüm ulus bu eyleme bağlıydı.
Mustafa Kemal 57. alayın askerlerine döndü, onlara cephe hatlarına dönmelerini söyledi ve düşmana taarruz etmelerini emretti. Onları şu ifadeyle gönderdi:
“Ben size taarruzu değil, ölmeyi emrediyorum.”
Kesin bir ölüme doğru taarruza geçen o askerlerden biri olsaydınız nasıl hissederdiniz? Bunu yapabilir miydiniz? Kendinizden daha büyük bir şey yaptığınıza ve ailenizle ulusunuzu kurtardığınıza tüm kalbinizle inansaydınız, siz de muharebeye koşardınız. 57. alayın askerleri ne yaptı? Gönüllü olarak ölüme koştular.
Allah’ın sözü olarak,59 İsa göğü gönüllü olarak bıraktı, bebek olarak doğdu, insan hayatı yaşadı ve çarmıhta öldü. O ölmeye gönderilmişti! Allah’la birlikte olabilmeniz için günahınızın en büyük bedelini ödedi: Allah’tan ayrılık.
İsa’nın doğumu doğaüstü bir olay olduğu gibi, ölümü de öyleydi. Matta 27. bölüm, 51. ve 54. ayetleri okuyarak ne olduğunu görelim:
51 O anda tapınaktaki perde yukarıdan aşağıya yırtılarak ikiye bölündü. Yer sarsıldı, kayalar yarıldı. 54 İsa’yı bekleyen yüzbaşı ve beraberindeki askerler, depremi ve öbür olayları görünce dehşete kapıldılar, “Bu gerçekten Tanrı’nın Oğlu’ydu!” dediler.
Tapınakta Kutsal Yer’i En Kutsal Yer’den ayıran perde yırtılarak ikiye bölündü. Artık Allah ile insan arasında ayrılık yoktu. İsa sonunda her insanın günahının bedelini ödemiş ve Baba’ya doğrudan bir yol sağlamıştı.
İsa’nın son nefesini selamlamak için güneş karardığında ve yer sarsıldığında, O’nun giysileri için kura atan Roma askerlerinden biri O’nun çevresinde doğaüstü olayların geçtiğinin farkına vardı. İsa Mesih’in cansız yüzüne baktı ve haykırdı:
“Gerçekten bu Allah’ın Oğlu’ydu!”
Tartışma Soruları
1. Gerçek nedir?
2. İsa muhafızı eylemleri hakkında sorguladığında, bunun bir tür yargı olduğunu anlıyor musunuz? İsa kendisine
insanların günahlarını yargılama yetkisi verildiğini söyledi. Size yapmış olduğunuz kötü işler hakkında sorduğunda ne diyeceksiniz?
3. İsa Allah’tan kendisini mahkûm eden ve öldüren insanları bağışlamasını istedi. O’nun Allah’tan sizin günahlarınızı
bağışlamasını da isteyeceğini anlıyor musunuz?
4. İsa’nın ölümünün gerekli olduğunu anlıyor musunuz? O neden ölmek zorundaydı?
5. İsa Fısıh bayramında öldü. Kuzunun kanının Mısır’da onu kapı söveleri üzerine sürenler için ne yaptığını hatırlıyor musunuz?
6. İsa’nın ölümü sizin günahlarınızı nasıl bağışlıyor? Bir insan başka birinin suçunun cezasını nasıl çekebilir?
7. Hayat Ekmeği İsa, bir çöplüğün yanındaki ağaca asılı olan bir torba ekmek gibi çarmıha asıldı. Bu imgenin ışığında,
“ekmek Allah’ın bir nimetidir” ifadesi yeni bir anlam kazanıyor mu? Ekmeğin yer üzerinde asılı olduğunu her
gördüğünüzde, yukarı kaldırılan İnsanoğlu ve Hayat Ekmeği olanın bizim için yaptığını hatırlayın!
54 Bkz. Levililer 17.
55 Bkz. Yaratılış 3.
56 Bkz. Luka 22:42.
57 Bkz. Mezmur 75:8.
58 Bkz. Yuhanna 1:29.
59 Bkz. Yuhanna 1:1.
25 Nisan 1915’e yaklaşan haftalar gergindi. Çanakkale Boğazı boyunca kamp kurmuş olan Türk askerleri büyük bir muharebenin yakın olduğunu biliyorlardı. İlk darbeleri Şubat ayında yarımadanın kuzeyine Fransız ve İngiliz donanmalarının saldırısı sırasında almışlardı. Bunu Mart ayında büyük bir saldırı izlemişti. Patlayan top mermilerinin sesleri, yaralı askerlerin çığlıkları, kanla ıslanmış toprak ve karınlarının gurultusu, savaşın bedelini sürekli olarak hatırlatıyordu. Erzakları kıttı, yiyecek tayına bağlanmıştı ve cephane azdı. Ancak halen üstünlüğü ellerinde bulunduruyorlardı ve düşmanın yarımadayı ikiye bölme teşebbüsünü bozmuşlardı.
Aynı anda, İtilaf Devletlerinin askerleri gemilerinde ve uzak ülkelerdeki karargâhlarında, moralleri yüksek, zaferlerinden emindiler. Evet, önceki saldırılarda büyük kayıplar vermişlerdi. Ancak kara kuvvetlerinin destekleyeceği başka bir donanma taarruzunun İstanbul yolunu açacağından emindiler. Böylece Mısır’da birliklerini toplamaya ve hazırlık yapmaya başladılar.
İttifak Devletleri de, istihbaratları ve dış dünyayla bağlantıları çok kısıtlı olarak hazırlıklara başladılar. Ne yazık ki Türk güçlerinin komutanları stratejilerini tartışırken bir anlaşmazlık patlak verdi. İtilaf Devletlerinin nereye saldıracağını da, kendi birliklerini nereye yerleştirmeleri gerektiğini de bilmiyorlardı. Yanlış karar verirlerse sonucu ölümcül olabilirdi. En büyük taarruzun nereye yapılacağını kesin olarak öngörememelerine rağmen, sahilleri hazırlamayı, yollar yapmayı ve birlikleri nakletmeyi başarabildiler. Fakat hiçbir şey onları 25 Nisan sabahı gördükleri ve tecrübe ettikleri şeye hazırlayamazdı!
Güneşin ilk ışıkları ufukta göründüğünde denizde demirlemiş yüzlerce gemi gördüler. Askerler sahile çıkarılıyor, sirenler çalıyordu. Seher vaktinin sükunetini ve cıvıldayan kuşların seslerini tüfek ve top ateşi sesleri bastırdı. Birliklerimizin sahile ve yamaçlara dört bir yandan yaklaşan binlerce İtilaf askerini gördüğünde ne hissettiklerini düşünebiliyor musunuz? Buna bir de neredeyse hiç cephaneleri olmadığını ekleyin. Askerlerin çoğu muhtemelen 25 Nisan günü gün doğumunun son gördükleri gün doğumu olacağını biliyordu!
Yaklaşık 2000 yıl önce, İsa’nın öğrencilerini hazırlamak için söylemiş olduğu tüm şeylere rağmen, onlar da olan bitene inanamıyordu. Birlikte üç yıl geçirdikleri öğretmen, peygamber ve adam gitmişti. Sıradan bir suçlu gibi geceleyin tutuklanmış, yakın bir arkadaşı tarafından ele verilmiş ve savaş esiri gibi alınıp götürülmüştü. Dünyevi bir krallık rüyaları paramparça olmuştu. Romalıların İsrail’den kovulmaları kısa süren bir hayaldi.
O karanlık ve ümitsiz gecede, Yuhanna ile Petrus dışındaki bütün öğrenciler kaçmıştı. Onlarsa tapınak muhafızlarını başrahibin İsa’yı sorgulamayı planladığı gizli toplantı yerine kadar izlemişlerdi. Yuhanna, bir arkadaşı kendisini içeri aldıktan sonra olaylara tanıklık etti. Rahiplerin suçlamalarını duyduğunda ve İsa’nın karşı koymadığını, hatta kendini savunmaya bile çalışmadığını gördüğünde şaşkınlığa uğradı. Onun anlatısını Yuhanna 18. bölüm, 19–21 ayetlerinde okuyalım:
19 Başkâhin İsa’ya, öğrencileri ve öğretisiyle ilgili sorular sordu. 20 İsa onu şöyle yanıtladı: “Ben söylediklerimi dünyaya açıkça söyledim. Her zaman bütün Yahudiler’in toplandıkları havralarda ve tapınakta öğrettim. Gizli hiçbir şey söylemedim. 21 Beni neden sorguya çekiyorsun? Konuştuklarımı işitenlerden sor. Onlar ne söylediğimi biliyorlar.”
İsa kırlarda, tepelerde ve dağ yamaçlarında, hatta Tapınak’ta, Allah’ın kendisine verdiği gerçekleri açıkça söyledi. O’nun sırları ya da gizli bir gündemi yoktu. O’nun saklayacak bir şeyi yoktu. O’nun tek meydan okuyuşu verdiği basit yanıttı. İsa yasayı biliyordu, O Allah’ın sözüydü! Eski Antlaşma’ya göre rahiplerin dahi bir kişiyi bir suçtan mahkûm etmek için en az iki tanığa ihtiyaçları vardı. İsa öz olarak şunu söylüyordu:
“Siz ve diğer herkes neler söylüyor olduğumu biliyorsunuz. Eğer söylediğiniz gibi yaptımsa, tanıklar nerede? Gidin onları getirin!”
Başrahibin ses tonu ve suçlamaları yeterince sarsıcı değilmiş gibi, Yuhanna 22. ve 23. ayette kayıtlı olan olaylara tanık olduğunda ne hissetmiştir?
22 İsa bunları söyleyince, yanında duran görevlilerden biri, “Başkâhine nasıl böyle karşılık verirsin?” diyerek O’na bir tokat attı. 23 İsa ona, “Eğer yanlış bir şey söyledimse, yanlışımı göster!” diye yanıtladı. “Ama söylediklerim doğruysa, niçin bana vuruyorsun?”
Bir muhafız, günahkâr biri, günahsız olan İsa Mesih’in yüzüne vurdu! İsa’nın ne yaptığı dikkatinizi çekti mi? Adama vurarak karşılık vermedi. Bağırmadı. Sakin bir şekilde adama baktı ve kendisine neden vurduğunu sordu. Yüzümüze çok sık tokat yemeyiz, fakat bazen insanlar kaba şeyler söyler. En son rencide edildiğiniz zaman siz ne yaptınız?
İsa, fırtınayı dindiren ve Lazar’ı mezardan çağıran sesiyle, o adamı ebedî yıkıma mahkûm edebilirdi. Onu öldürmeleri için melekleri çağırabilirdi. Ancak O bunun yerine adama eylemlerini savunmasını söyledi. İsa hiçbir zaman intikam, kin ya da nefret gibi günahlı karakter özelliklerine sahip olmadı. O hiç kimseye benzemeyen bir adamdı.
O zamanlar Yahudi yetkililer ölüm cezasını vermeye yetkili değillerdi, zira Roma işgali altındaydılar. Bu nedenle İsa’yı Yahudiye’nin bölgesel valisi Pontius Pilatus’a göndermişlerdi. Pilatus’un istediği gibi davranmaya tam yetkisi olmasına rağmen, Yahudiye eyaletini kontrol altında tutması da gerekiyordu. Böylece, sürekli isyan tehdidi altında Pilatus bir uzlaştırma uzmanı, kurt politikacı olmuştu.
İsa’nın tutuklu olarak Pilatus’un yüksek mahkemesine götürül- düğünde neler olduğunu Yuhanna 18. bölüm, 28–32 ayet-lerinde görelim:
28 Sabah erkenden Yahudi yetkililer İsa’yı Kayafa’nın yanından alarak vali konağına götürdüler. Dinsel kuralları bozmamak ve Fısıh yemeğini yiyebilmek için kendileri vali konağına girmediler. 29 Bunun üzerine Pilatus dışarı çıkıp yanlarına geldi. “Bu adamı neyle suçluyorsunuz?” diye sordu. 30 Ona şu karşılığı verdiler: “Bu adam kötülük eden biri olmasaydı, O’nu sana getirmezdik.” 31 Pilatus, “O’nu siz alın, kendi yasanıza göre yargılayın” dedi. Yahudi yetkililer, “Bizim hiç kimseyi ölüm cezasına çarptırmaya yetkimiz yok” dediler. 32 Bu, İsa’nın nasıl öleceğini belirtmek için söylediği sözler yerine gelsin diye oldu.
Sanhedrin’in İsa’yı neden tutukladığına dair herhangi bir şüphe 131 var idiyse, artık hiç kalmamalıdır. İsa’yı öldürmek istedikleri kendi ifadelerinden açıkça anlaşılıyor. Ne yazık ki Fısıh için törensel olarak temiz kalmayı o kadar dert ediyorlardı ki, cinayetin günah olduğunu unuttular! 33–35 ayetleriyle devam edelim:
33 Pilatus yine vali konağına girdi. İsa’yı çağırıp O’na, “Sen Yahudiler’in Kralı mısın?” diye sordu. 34 İsa şöyle karşılık verdi: “Bunu kendiliğinden mi söylüyorsun, yoksa başkaları mı sana söyledi?” 35 Pilatus, “Ben Yahudi miyim?” dedi. “Seni bana kendi ulusun ve başkâhinlerin teslim ettiler. Ne yaptın?”
Bu ayetleri okumak kimi zaman kötü bir film izlemek gibi. İçinizden şöyle bağırmak gelir:
“O ölümü hak edecek bir şey yapmadı! O insan bedeninde Allah’ın Sözü’dür. O körleri iyileştirdi, fırtınayı dindirdi, cinleri kovdu ve ölüleri diriltti. İsa’nın sıradan bir adam olmadığını göremiyor musunuz?”
İsa’nın kral oluşuna gelince, O’nun Pilatus’un sorusuna nasıl yanıt verdiğine bakalım. Bunu Yuhanna 18. bölüm, 36. ve 37. ayetlerde okuyabiliriz:
36 İsa, “Benim krallığım bu dünyadan değildir” diye karşılık verdi. “Krallığım bu dünyadan olsaydı, yandaşlarım, Yahudi yetkililere teslim edilmemem için savaşırlardı. Oysa benim krallığım buradan değildir.” 37 Pilatus, “Demek sen bir kralsın, öyle mi?” dedi. İsa, “Kral olduğumu sen söylüyorsun” karşılığını verdi. “Ben gerçeğe tanıklık etmek için doğdum, bunun için dünyaya geldim. Gerçekten yana olan herkes benim sesimi işitir.”
İsa’nın ifadesinden O’nun bir kral olduğu açıkça anlaşılıyor; fakat genel olarak düşündüğümüz türden bir kral değil. O zaman Yahudilerin çoğu Mesih’in Romalıları ortadan kaldırarak yeni bir Yahudi krallığı kuracağını düşünüyordu. Ancak İsa’nın ifadesi bu düşüncelerinin yanlış olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. O dünyevi bir krallık kurmaya gelmedi. Hayır, O daha büyük bir şeye, gökte ve yeni yeryüzünde ve Allah’ı seven herkesin yüreklerinde bulunan Allah’ın krallığına odaklanmıştı. Öyküye Matta’dan devam etmeden önce Yuhanna 18. bölüm, 38. ayeti okuyalım:
38 Pilatus O’na, “Gerçek nedir?” diye sordu. Bunu söyledikten sonra Pilatus yine dışarıya, Yahudiler’in yanına çıktı. Onlara, “Ben O’nda hiçbir suç görmüyorum” dedi.
Gerçek nedir? İnsanların gerçek hakkında kafalarının her zamankinden daha karışık olduğu bir zamanda yaşıyoruz. Gerçeğin kültüre, zamana ve yaşam şartlarına bağlı olduğunu söylüyorlar. Sizin için gerçek olabilecek olan şeyin onlar için olmadığını söylüyorlar. Doğrusu, su susuzluğu giderir ve ekmek bedeni besler. Gerçek vardır ve bulunabilir.
Önceki derslerimizden birinde İsa kendisinin yol, gerçek ve hayat olduğunu söylemişti. Pilatus, Gerçek’in tam önünde durmakta olduğunu fark edemedi! İsa tüm peygamberlerin yazdığı tüm şeylerin ünlem işaretiydi. O, Allah’ın evrenden günahı kaldırma çabalarının ok başıydı. Gerçek bilinebilir olmakla kalmıyordu, aynı zamanda İsa Mesih’in şahsında görünür ve canlıydı da.
Şimdi Matta kitabına geçelim ve öyküye 27. bölüm, 15–19 ayetlerinden devam edelim:
15 Her Fısıh Bayramı’nda vali, halkın istediği bir tutukluyu salıvermeyi adet edinmişti. 16 O günlerde Barabba adında ünlü bir tutuklu vardı. 17 Halk bir araya toplandığında, Pilatus onlara, “Sizin için kimi salıvermemi istersiniz, Barabba’yı mı, Mesih denen İsa’yı mı?” diye sordu. 18 İsa’yı kıskançlıktan ötürü kendisine teslim ettiklerini biliyordu. 19 Pilatus yargı kürsüsünde otururken karısı ona, “O doğru adama dokunma. Dün gece rüyamda O’nun yüzünden çok sıkıntı çektim” diye haber gönderdi.
Pilatus İsa’nın asil fakat alçakgönüllü tavrından O’nun ölüm cezasını hak eden bir suçlu olmadığını anlamıştı. Ayrıca bu kadar zararsız görünen bir adamı mahkûm etmek istemiyordu. Evet, O’nun öğretileri radikal, hatta belki de ruhsal açıdan devrimciydi. Fakat O hiç kimseye zarar vermemiş, Roma İmparatorluğu’nu tehdit etmemişti. Bu yetmezmiş gibi, Allah bir rüyada karısına seslenmiş ve Pilatus’u bu maskaralığa karışmaması için uyarmıştı. Ne yazık ki Pilatus bu işe çoktan batmıştı. Kalabalığın önünde dururken şöyle dedi:
“Kimi salıvermemi istersiniz, Barabba’yı mı yoksa İsa’yı mı?”
Barabba, Romalılardan bağımsızlık elde etmek için şiddete başvurmayı savunan yurtseverler teşkilatının bir üyesiydi. Hatta bir isyana önayak olmuş ve cinayetten tutuklanmıştı. Siz kimi salıvermeyi seçerdiniz, katili mi, yoksa günahsız peygamberi mi? Kolay bir seçim gibi görünüyor. Kalabalığın ne söylediğini 20–23 ayetlerinde görelim:
20 Başkâhinler ve ileri gelenler ise, Barabba’nın salıverilmesini ve İsa’nın öldürülmesini istesinler diye halkı kışkırttılar. 21 Vali onlara şunu sordu: “Sizin için hangisini salıvermemi istersiniz?” “Barabba’yı” dediler. 22 Pilatus, “Öyleyse Mesih denen İsa’yı ne yapayım?” diye sordu. Hep bir ağızdan, “Çarmıha gerilsin!” dediler. 23 Pilatus, “O ne kötülük yaptı ki?” diye sordu. Onlar ise daha yüksek sesle, “Çarmıha gerilsin!” diye bağrışıp durdular.
İnanılmaz! İnsanlar bir katilin özgürlüğe kavuşturulması ve doğru bir adamın idamı için yalvardı. Allah neredeydi? Neden bunun olmasına izin veriyordu? Bunun olmasına izin veriyordu, çünkü bu ta Aden Bahçesi’ne dayanan planın bir parçasıydı. Bu, gözlerinin önünde gerçekleşen bir plandı. Okumaya Matta 27. bölüm, 24–26 ayetlerinden devam edebiliriz:
24 Pilatus, elinden bir şey gelmediğini, tersine, bir kargaşalığın başladığını görünce su aldı, kalabalığın önünde ellerini yıkayıp şöyle dedi: “Bu adamın kanından ben sorumlu değilim. Bu işe siz bakın!” 25 Bütün halk şu karşılığı verdi: “O’nun kanının sorumluluğu bizim ve çocuklarımızın üzerinde olsun!” 26 Bunun üzerine Pilatus onlar için Barabba’yı salıverdi. İsa’yı ise kamçılattıktan sonra çarmıha gerilmek üzere askerlere teslim etti.
Pilatus ellerini yıkadığında, bunun masum bir adamı mahkûm etmenin suçluluğunu ortadan kaldıracağını sanmıştı. Ancak bir önder olarak bunu yapamazdı. Onun da bir seçim yapması gerekiyordu. Halkın isteğine rağmen doğru kararı verebilirdi. Ne yazık ki o gerçeği izlemekten çok insanları memnun etmeyi düşünüyordu. Ama öte yandan, Pilatus’un kendisi de gerçeğin ne olduğunu bilmiyordu. Üzücü bir şekilde, Pilatus’un hayatının geri kalanını okursanız, intihar ettiğini göreceksiniz.
26. ayette İsa’nın kamçılandığı söyleniyor. Bunun anlamını kavramanız çok önemli. Roma geleneğinde bir suçlu idam edilmeden önce kamçılanırdı. Kamçı iki ya da üç kordon bağlı bir saptan meydana gelirdi. Kordonların üzerinde aralıklı olarak yerleştirilmiş, keskin, çoğunlukla çinko ve demirden madeni parçalar bulunurdu. Birkaç darbe aldıktan sonra insanın sırtının ne hale geldiğini tahmin edebilirsiniz. Derisi soyulur, kasları açığa çıkardı; büyük miktarda kan kaybeder ve zorlukla yürüyebilecek ölçüde zayıf düşerdi. Mahkûm ancak ölmek isteyebilirdi. Fakat Romalılar ölüm gerçekleşmeden önce dururlardı. Mahkûmu resmî cezaya, yani çarmıha saklamaları gerekiyordu.
Bu dersin geri kalanında bazı sarsıcı ayetler okuyacağız. Bazı insanlar böyle bir şeyin Allah’ın bir peygamberinin başına asla gelemeyeceğini söyleyeceklerdir. Allah’ın buna asla izin vermeyeceğine inanırlar. Fakat Allah’ın Sözü’nün yalan söylemediğini ve hiçbir insanın Allah’ın sözünü değiştirmeye gücünün yetmediğini defalarca gördük. Okuyacaklarımız yalın gerçekler. Öyleyse peşin hükümlerimizi, kişisel düşüncelerimizi ve şüphelerimizi bir kenara bırakalım. Kutsal Kitap’ın ne söylediğini okuyalım ve sonraki olayların Kutsal Kitap peygamberlik sözünü nasıl yerine getirdiğini görelim. İsa’ya saygı ve sevgi göstererek, 27–31 ayetlerini isteksizce okuyalım:
27 Sonra valinin askerleri İsa’yı vali konağına götürüp bütün 135 taburu başına topladılar. 28 O’nu soyup üzerine kırmızı bir kaftan geçirdiler. 29 Dikenlerden bir taç örüp başına koydular, sağ eline de bir kamış tutturdular. Önünde diz çöküp, “Selam, ey Yahudiler’in Kralı!” diyerek O’nunla alay ettiler. 30 Üzerine tükürdüler, kamışı alıp başına vurdular. 31 O’nunla böyle alay ettikten sonra kaftanı üzerinden çıkarıp kendi giysilerini giydirdiler ve çarmıha germeye götürdüler.
Şimdi okuduklarımızı hiç açıklayabilir miyiz? Yukarıdaki ayetlerde beş eylem vurgulanmış. Askerler İsa’nın giysilerini çıkardılar, başına dikenlerden bir taç koyup bastırdılar, O’nunla alay ettiler, O’na tükürdüler ve vurdular. O’nun dövüldüğünden, önceki geceden beri hiçbir şey yiyip içmediğinden ve çok kan kaybettiğinden ötürü zaten zayıf düştüğünü hatırlayın. Giysilerini çıkarttıklarında duyduğu acıyı tahmin edebilir misiniz? Herhalde giysilere yapışmış etler vardı. O askerlerin yüzlerindeki nefret, kıskançlık ve ahlak bozukluğuyla dolu bakışları hayal edebiliyor musunuz? Bunu onlara yaptırabilen neydi? Günah! Bunu itiraf etmek istemesek de, bu sizde ve bende olan aynı günah. Bize pişman olduğumuz ve utandığımız şeyleri yaptıran aynı günah.
İsa, Allah’ın Sözü ve bu yeryüzünde Allah’ın yasasının kişileşmiş halidir, çünkü O hiçbir zaman günah işlemedi. Günah işleyerek Allah’ın yasasını çiğnediğimizde (örneğin yalan söyleyerek, anne– babamıza itaatsizlik ederek, hırsızlık yaparak, Sebt gününü kutsal tutmayarak, vs.) İsa Mesih’le alay ediyor, O’na tükürüyor ve tokat atıyoruz! Kutsal Kitap’a göre, günahımıza kefaret edebilen tek şey kandır.54 Atalarımız bu yüzden hayvanları kurban ettiler. Fakat hayvanların kanı günahlarına gerçekten kefaret etmedi. Bunlar yalnızca tüm dünyayı bereketleyecek olan en büyük kurbanın bir simgesiydi.55 Bundan sonra neler olduğunu 32–36 ayetlerinde görelim:
32 Dışarı çıktıklarında Simun adında Kireneli bir adama rastladılar. İsa’nın çarmıhını ona zorla taşıttılar. 33–34 Golgota, yani Kafatası denilen yere vardıklarında içmesi için İsa’ya ödle karışık şarap verdiler. İsa bunu tadınca içmek istemedi. 35 Askerler O’nu çarmıha gerdikten sonra kura çekerek giysilerini aralarında paylaştılar. 36 Sonra oturup yanında nöbet tuttular.
Roma dünyasında çarmıha germe akla gelebilecek en kötü cezaydı. En aşağılık suçlular için ayrılmıştı. Dolayısıyla halkın olayı seyretmesi, suçluyla alay etmesi ve cezalandırılışına tanık olmaları normaldi. Mesih olan İsa, İyi Çoban, Allah’ın Sözü, Kaderi Değiştiren, böyle bir seyirliğin odak noktasıydı.
İsa dövüldükten sonra o kadar halsiz düşmüştü ki, çarmıhını Golgota’ya kadar tüm yol boyunca taşıyamadı. Omuzları o tahta kirişin ağırlığını taşıyamıyordu, hatta tutabilse dahi omuzlarındaki ve sırtındaki kan tahtanın kaymasına neden olacaktı. Sendeledi, düştü, ayağa kalktı, hatta zaman zaman süründü. Bunun olacağını aylar öncesinden biliyordu. Nereye gideceğini biliyordu. Fakat en önemlisi, gönüllü olarak gidiyordu!
Hiç bir tahta parçasına çivi çaktınız mı? Bir elinizle çekici kaldırırken diğer elinizle çiviyi tutarsınız. Çekici indirirken bütün gücünüzle çivinin başına vurursunuz. Çeliğin çeliğe teması yüksek sesli bir uğultu yapar. Roma askerleri İsa’yı o tahta çarmıha yatırdıklarında, tahtaya çivileri çaktılar. Fakat çivilerin tahtaya değmeden önce İsa’nın bileklerinden ve ayaklarından geçmeleri gerekiyordu.
Bunun ne kadar acı verici olduğunu hayal bile edemeyiz. Çiviler tendonları, bağ dokuları ve sinirleri delip geçti. Askerler İsa’yı kaldırırken O’nu tutan şeyler yalnızca bunlardı. Yerçekimi bedenini aşağı çekerek nefes almasını imkânsız hale getirirken, İsa sırtını eğerek yaralı kollarıyla kendini yukarı çekiyordu. Zaman zaman tek bir nefes alabilmek için kendisini yukarı çekiyordu. Aynı anda insanlar yanından geçiyor ve O’na sataşıyorlardı.
Askerler kendisini çarmıha çivilediklerinde İsa’nın ne dediğini biliyor musunuz? Luka 23. bölüm, 34. ayette görelim:
34 İsa, “Baba, onları bağışla” dedi. “Çünkü ne yaptıklarını bilmiyorlar.”
İsa Allah’tan askerleri, rahipleri ve alay edenleri bağışlamasını istedi! Bir an için durup bunu düşünün.
İsa yargılandığı zaman, öldürülürken, katillerinin kurtuluşunu düşünüyordu. Askerlerin olan biteni anlamadıklarını biliyordu. Onların gözünde İsa yalnızca sorun çıkaran asi Yahudilerden biriydi. Günün sonunda O’nun gerçekte kim olduğunu öğrenecekleri akıllarının ucundan bile geçmiyordu.
Matta 27. bölüm, 37–44 ayetlerinden devam edelim:
37 Başının üzerine, BU, YAHUDİLER’İN KRALI İSA’DIR diye yazan bir suç yaftası astılar. 38 İsa’yla birlikte, biri sağında öbürü solunda olmak üzere iki haydut da çarmıha gerildi. 39– 40 Oradan geçenler başlarını sallayıp İsa’ya sövüyor, “Hani sen tapınağı yıkıp üç günde yeniden kuracaktın? Haydi, kurtar kendini! Tanrı’nın Oğlu’ysan çarmıhtan in!” diyorlardı. 41–42 Başkâhinler, din bilginleri ve ileri gelenler de aynı şekilde O’nunla alay ederek, “Başkalarını kurtardı, kendini kurtaramıyor” diyorlardı. “İsrail’in Kralı imiş! Şimdi çarmıhtan aşağı insin de O’na iman edelim. 43 Tanrı’ya güveniyordu; Tanrı O’nu seviyorsa, kurtarsın bakalım! Çünkü, ‘Ben Tanrı’nın Oğlu’yum’ demişti.” 44 İsa’yla birlikte çarmıha gerilen haydutlar da O’na aynı şekilde hakaret ettiler.
Ne yazık ki bu kötü bir film ya da uydurma bir öykü değil. İsa dövüldü, çarmıha çivilendi ve alaya alındı. İnsanlığın günahının sonucunu gösteren bir resim yapabilseydiniz, muhakkak şöyle olurdu: Allah’ın seçilmiş Mesihi bir tepede çıplak bir biçimde çarmıha çivilenmiş. 45–50 ayetlerini okuyarak bu öyküyü sonlandıralım:
45 Öğleyin on ikiden üçe kadar bütün ülkenin üzerine karanlık çöktü. 46 Saat üçe doğru İsa yüksek sesle, “Eli, Eli, lema şevaktani?” yani, “Tanrım, Tanrım, beni neden terk ettin?” diye bağırdı. 47 Orada duranlardan bazıları bunu işitince, “Bu adam İlyas’ı çağırıyor” dediler. 48 İçlerinden biri hemen koşup bir sünger getirdi, ekşi şaraba batırıp bir kamışın ucuna takarak İsa’ya içirdi. 49 Öbürleri ise, “Dur bakalım, İlyas gelip O’nu kurtaracak mı?” dediler. 50 İsa, yüksek sesle bir kez daha bağırdı ve ruhunu teslim etti.
Günün ortasında gök karardı. Üç saat boyunca hiç günışığı yoktu. Saatler süren ıstıraplı acıdan sonra, İsa Allah’a feryat etti. Yıllar boyu İsa’nın bu ifadesi hakkında pek çok yorum yapılmıştır. Ancak bunların tümü aynı sonuca varır. İsa daha önce hiç hissetmediği bir şeyi hissediyordu. Yalnız ve terk edilmiş hissediyordu.
Üç yıl boyunca insanlara Allah’la bir olduğunu anlatmıştı. Allah’ı kendi babasına benzetmişti ve sürekli olarak kendisine emredileni yapıyordu. Fakat çarmıhta asılıyken, İsa sanki bir uçurumun kendisini Allah’tan ayırdığını hissetti. Artık Hayat Kaynağı’na bağlı değildi. İsa’nın temiz kaydı, yani O’nun günahsızlığının ışığında bunun nedenini ister istemez merak ederiz. İsa bu cezayı hak edecek bir şey yapmadı. O Allah’ın yasasını bir kez bile çiğnemedi! Öyleyse başka bir nedeni olmalı.
Önceki gece, Getsemani Bahçesi’nde, İsa Allah’tan “bu kâse”nin kendisinden alınmasını istemişti.56 Kutsal Kitap’ta Allah’ın yargısı çoğunlukla salgın hastalıklarla, gazapla ve yıkımla dolu bir kâse olarak tasvir edilir.57 İsa günah işlemediyse, Allah’ın gazap kâsesinden neden içecekti?
Şimdi göreceğiniz ifade biraz sarsıcı olabilir. İsa, her insanoğlu uğruna, Allah’ın günaha verdiği hükmü bütünüyle tecrübe ediyordu. İşte bu nedenle kendini yalnız ve Allah’tan ayrı hissetti. Başka bir nedeni olamaz. Bir düşünün! İsa çarmıha gönüllü gitti. Her zaman ve sadece doğru bir adam olmasına rağmen ölüm cezasını çekti. Tıpkı İsraillilerin kusursuz bir kuzu kurban etmeleri gerektiği gibi, İsa kendisini kusursuz bir kurban olarak verdi. Vaftizci Yahya O’nu “dünyanın günahını ortadan kaldıran Tanrı Kuzusu” olarak adlandırdı.58 İsa fedakârlığın mükemmel örneğiydi. O son kurbandı, Adem ile Havva’nın ilk kez günah işledikleri gün öngörülendi. Biz çekmek zorunda kalmayalım diye, günahın cezasını O çekti.
25 Nisan 1915 tarihinde tüm Türk erkekleri, kadınları ve çocukları Çanakkale’de değildi. Fakat siper kazan, soğuk gecelere göğüs geren ve nöbet bekleyen her askerin kalbindeydiler. Düşman yamaçlardan tırmanmaya başladığında ve yenilgi kaçınılmaz son olarak göründüğünde, genç bir general öne çıktı. Düşmanın daha fazla askeri, daha iyi silahları ve bol miktarda mühimmatı olduğunu biliyordu. Fakat bizim askerlerimizde olan bir şeye sahip olmadıklarını da biliyordu: haklı olarak kendilerinin olanı savunma ve halkları ile anayurtlarını koruma arzusu.
Düşman tepeden yukarı doğru ilerlerken, Mustafa Kemal onları engellemeye kararlıydı. Yapamazlarsa, savaşı büyük ihtimalle kaybedeceklerdi. Kaybedilecek zaman yoktu, hızla bir karar verilmesi gerekiyordu. 57. alay takviye gelene kadar dayanmak zorundaydı. Fakat cephaneleri yokken ve askerleri yemek yemediklerinden ötürü zayıf düşmüşken bunu nasıl yapabilirlerdi ki? Tek bir yol vardı, fakat bedeli ağır olacaktı. Askerler düşmanla yüz yüze savaşmak ve onları çıplak elleriyle durdurmak zorunda kalacaklardı. Belki fedakârlıkları destek birliklerine gelmelerine yetecek kadar zaman kazandıracaktı.
Ancak annelerin emzirdikleri, büyüttükleri ve kendisine teslim ettikleri oğullarını kaybedeceklerini bilerek bu emri nasıl verebilirdi ki? Onları nasıl ölüme gönderebilirdi? Başka bir seçenek var mıydı? Hangisi daha zor olacaktı, ölme emrini vermek mi, bunu yerine getirmek mi? Evet, yapılması gerekiyordu. Tüm ulus bu eyleme bağlıydı.
Mustafa Kemal 57. alayın askerlerine döndü, onlara cephe hatlarına dönmelerini söyledi ve düşmana taarruz etmelerini emretti. Onları şu ifadeyle gönderdi:
“Ben size taarruzu değil, ölmeyi emrediyorum.”
Kesin bir ölüme doğru taarruza geçen o askerlerden biri olsaydınız nasıl hissederdiniz? Bunu yapabilir miydiniz? Kendinizden daha büyük bir şey yaptığınıza ve ailenizle ulusunuzu kurtardığınıza tüm kalbinizle inansaydınız, siz de muharebeye koşardınız. 57. alayın askerleri ne yaptı? Gönüllü olarak ölüme koştular.
Allah’ın sözü olarak,59 İsa göğü gönüllü olarak bıraktı, bebek olarak doğdu, insan hayatı yaşadı ve çarmıhta öldü. O ölmeye gönderilmişti! Allah’la birlikte olabilmeniz için günahınızın en büyük bedelini ödedi: Allah’tan ayrılık.
İsa’nın doğumu doğaüstü bir olay olduğu gibi, ölümü de öyleydi. Matta 27. bölüm, 51. ve 54. ayetleri okuyarak ne olduğunu görelim:
51 O anda tapınaktaki perde yukarıdan aşağıya yırtılarak ikiye bölündü. Yer sarsıldı, kayalar yarıldı. 54 İsa’yı bekleyen yüzbaşı ve beraberindeki askerler, depremi ve öbür olayları görünce dehşete kapıldılar, “Bu gerçekten Tanrı’nın Oğlu’ydu!” dediler.
Tapınakta Kutsal Yer’i En Kutsal Yer’den ayıran perde yırtılarak ikiye bölündü. Artık Allah ile insan arasında ayrılık yoktu. İsa sonunda her insanın günahının bedelini ödemiş ve Baba’ya doğrudan bir yol sağlamıştı.
İsa’nın son nefesini selamlamak için güneş karardığında ve yer sarsıldığında, O’nun giysileri için kura atan Roma askerlerinden biri O’nun çevresinde doğaüstü olayların geçtiğinin farkına vardı. İsa Mesih’in cansız yüzüne baktı ve haykırdı:
“Gerçekten bu Allah’ın Oğlu’ydu!”
Tartışma Soruları
1. Gerçek nedir?
2. İsa muhafızı eylemleri hakkında sorguladığında, bunun bir tür yargı olduğunu anlıyor musunuz? İsa kendisine
insanların günahlarını yargılama yetkisi verildiğini söyledi. Size yapmış olduğunuz kötü işler hakkında sorduğunda ne diyeceksiniz?
3. İsa Allah’tan kendisini mahkûm eden ve öldüren insanları bağışlamasını istedi. O’nun Allah’tan sizin günahlarınızı
bağışlamasını da isteyeceğini anlıyor musunuz?
4. İsa’nın ölümünün gerekli olduğunu anlıyor musunuz? O neden ölmek zorundaydı?
5. İsa Fısıh bayramında öldü. Kuzunun kanının Mısır’da onu kapı söveleri üzerine sürenler için ne yaptığını hatırlıyor musunuz?
6. İsa’nın ölümü sizin günahlarınızı nasıl bağışlıyor? Bir insan başka birinin suçunun cezasını nasıl çekebilir?
7. Hayat Ekmeği İsa, bir çöplüğün yanındaki ağaca asılı olan bir torba ekmek gibi çarmıha asıldı. Bu imgenin ışığında,
“ekmek Allah’ın bir nimetidir” ifadesi yeni bir anlam kazanıyor mu? Ekmeğin yer üzerinde asılı olduğunu her
gördüğünüzde, yukarı kaldırılan İnsanoğlu ve Hayat Ekmeği olanın bizim için yaptığını hatırlayın!
54 Bkz. Levililer 17.
55 Bkz. Yaratılış 3.
56 Bkz. Luka 22:42.
57 Bkz. Mezmur 75:8.
58 Bkz. Yuhanna 1:29.
59 Bkz. Yuhanna 1:1.