Bir şeye, hayatınızı değiştirecek, hatta insanların size bakışlarını değiştirecek kadar çok inandığınız oldu mu? Örneğin, bir öğretmeniniz sizi övüp teşvik ettiği için çok çalışıp üniversiteye gitmiş olabilirsiniz. Kimi zaman imanın gücünü unuturuz, ancak dünyayı döndüren budur. İnançlar siyasî görüşlerin ve tüm dünya dinlerinin temelini oluşturur. İnançlar ülkeleri kurar ve yıkar. Bu dersimizdeki iki kişinin yaşamlarında da, basit bir inanma eylemi onların sonsuza dek hatırlanacakları biçimi değiştirdi. Hatta kaderlerini değiştirdiğini bile söyleyebilirsiniz!
Adil, Türkiye’nin doğu bölgesinde fakir bir köyde yaşayan 15 yaşında bir çocuktu. Bir çobanın oğluydu ve okuma yazma bile bilmiyordu. Ancak dürüstlüğü ve alçakgönüllülüğü sayesinde köyde çok saygı görüyordu.
Adil’in hayatı çok basitti. Her sabah erkenden kalkarak ailenin ineğini sağıyor ve kahvaltı ediyordu. Yemekten sonra koyunları alarak kırlara çıkıyordu. Kurak mevsimlerde onlara yiyecek bulabilmek için uzun mesafeler yürümek zorundaydı. Hatta bazen dışarıda, yıldızların altında uyumak zorunda kalıyordu. Çobanlık çok kasvetli bir iş olabilir, ancak Adil’in kimi zaman onunla birlikte gelen arkadaşları vardı, bu da zaman geçirmesine yardımcı oluyordu. Arkadaşları yanında olmadığında, eski konuşmaları ve kendi düşünceleri ona yoldaşlık ediyordu. Adil çok cesur bir çocuk olmadığından, o gecelerden bazıları sanki sonsuza dek sürecekmiş gibi geliyordu ve böceklerin cırıltısıyla kurtların ulumaları onu tüm gece uyanık tutuyordu. Yıldızların ışığı da olmasa, yalnızlığa dayanılacak gibi değildi.
Yıl 1914’tü ve sıcak yaz günleri serinlemeye başlayıp sonbahar geldiğinde, Adil uzun bir kış için hazırlıklar yapmaya başladı. Ülkenin bu bölgesinde her zaman söylentiler dolaşırdı, çünkü İstanbul’un padişahlık saraylarından çok uzaktaydı ve gerçek haberler hiçbir zaman o kadar uzağa erişmezdi. Fakat son zamanlarda söylentiler iyice sıklaşıyordu ve hepsi de batıdan gelmiyordu.
“İmparatorluk sıkıntıda. Sultan hükümetteki kontrolünü kaybetti. Savaş gelip Anadolu’ya dayandı ve hızlı davranmazsak üzerinde yaşadığımız toprağı bile kaybedebiliriz. Türkiye için “hasta adam” diyorlar.”
Söylentiler rahatsız edici olsa da, Adil Osmanlı İmparatorluğu’nun çökeceğini, hele kendi hayatının değişeceğini hiç sanmıyordu. Hatta, Türklerin buraya ilk gelişinden beri belki de hiç değişmemişti.
“Neden kimse bizim bölgemizden endişelensin veya burasıyla ilgilensin ki? Burada birkaç harap binadan başka hiçbir şey yok. Hatta insandan daha çok koyun var.” Kendi kendine düşünüyordu.
Fakat kuşkularının endişeye dönüşmesi uzun sürmedi. İşlerin yolunda olmadığının ilk işareti, kasabaya iki aile geldiğinde görüldü. Tüm eşyalarını bir eşek arabasına yüklemişlerdi ve yorgun ve aç görünüyorlardı. Köylerinin yağmalandığını ve canlarını kurtarmak için kaçtıklarını söylediler. Ayrıntılı bilgi vermemelerine rağmen, çok korkunç bir şeye tanık oldukları belli oluyordu. Çok geçmeden köyden başka aileler ve kişiler geçmeye başladı.
Bu aileler genellikle fazla kalmıyor ve çok şey istemiyorlardı, ancak ziyaretlerinin köyün ödediği bir bedeli oldu. Savaşın harabeye çevirdiği yerlerden getirdikleri mikroplar ve hastalıklar, köyün yerlilerine bulaşmaya başladı. Önce Adil’in annesi hasta oldu ve hayata tutunmak için mücadele verdikten sonra öldü. Adil’in babasının kalbi kırılmıştı, ancak oğlu için güçlü olması gerektiğini biliyordu. Ne yazık ki Adil’in babası da hastalandı ve doktor bakımı veya modern ilaçlar olmadan fazla zamanı yoktu. Çok az zamanı kaldığını bilerek, Adil’i yatağının başucuna çağırdı.
“Oğlum, anneni kaybettin ve benim de bu dünyadaki zamanım doluyor. Bildiğim her şeyi sana öğrettim. Artık çocuk sayılmayacaksın. İnsan, anne ve babası ölmeden hiçbir zaman adam olamaz derler. Bir mucize olmazsa, bu zaman geldi.”
“Baba, lütfen böyle konuşma. Kendi başımın çaresine bakamam. Ben sadece çocuğum ve tüm varlığım sensin. Ne yapacağım?”
“Oğlum, herkesin hayatında büyümeleri gereken bir zaman gelir. Sen bir çobanın oğlusun ve işini çok iyi biliyorsun. Fakat senden başka bir şey yapmanı istiyorum. Bunu sana daha önce söylemedim, çünkü endişelenmeni istemedim. Ancak büyük devletimiz hakkındaki söylentiler doğru. Savaş kapılarımıza dayandı ve savaşacak cesur genç adamlara ihtiyaç var. Senin de savaşa gitmeni ve ailemize ve halkımıza şeref getirmeni istiyorum. Sen cesursun, dağlarda ve bayırlarda o yalnız geceleri göğüsle- diğin gibi bunu da göğüsleyebilirsin. Sana inanıyorum, oğlum!”
“Baba, keşke ben de senin imanına sahip olsaydım. Kalbim ne kadar istese de, aklım doğru olmadığını biliyor. O gecelerin çoğunda titreyerek oturdum ve güneşin doğmasını bekledim. Kurtların ve yabani hayvanların beni parçalayacağı düşüncesiyle uykularım kaçtı. Ben cesur değilim, baba. Korkağım. Huzur içinde uyuyamıyordum bile.”
“Adil, sen cesursun, bunu hiçbir zaman unutma. Korku etrafını kuşattığında bu basit hakikati hatırla yeter, seni tüm korkudan azat edecek.”
Babası bu son sözleri söyledikten sonra, nefesi zayıflamaya başladı. Adil, babasını biraz daha hayatta tutabileceğini umarak, elini daha kuvvetle sıktı. Fakat baba, dudaklarında “Sen cesursun, sen cesursun” sözleriyle öldü. Adil yere yığılarak ağladı.
Adil’e ne kadar zor gelse de, babasının dileklerini yerine getirdi ve köyden ayrıldı. Nereye gideceğini bilmiyordu, böylece batıya doğru yola koyuldu ve sonunda kendini İstanbul’un hemen dışında buldu. Gözlerine inanamadı. Daha önce hiç böyle bir yer görmemişti. Fakat turistik gezi için zamanı yoktu. Askere yazılması gerekiyordu. Yazıldıktan sonra kendisine çok az erzak ve cephane, bir silah ve üniforma verildi. Bir tümene yerleştirildi ve eğitim gördü.
Adil’in tümeni Çanakkale’ye gönderildi ve saldırı söylentileri onları siper kazıp hazırlık yapmaya zorladı. Adil dışarıdan cesur ve güçlü gibi görünüyordu. Ancak içeride hâlâ ürkmüş bir çocuk gibiydi. Ancak genç olsun, yaşlı olsun, diğer askerlerin de korktuklarını fark edince, kendisini daha iyi hissetti. Hepsi de yalnızdı ve aileleriyle iletişimleri çok azdı veya hiç yoktu. Geceler soğuktu ve giysi dedikleri paçavralar onları ısıtmaya yetmiyordu. Fakat günler geçtikçe, Adil babasının sözlerine inanmaya başladı. Köyünden ayrılmış, tanıdığı herkesten daha uzun bir yolculuk yapmış, orduya yazılmıştı ve şimdi adını bile duymadığı bir yerden gelen bir düşmana karşı savaş hazırlığı yapıyordu.
Adil saldırı olmaması için dua etti, fakat bombardıman umutlarını yıktı. Kıyıya hiç düşmanın geldiğini görecek kadar yaklaşmamıştı. Fakat yüz yüze gelmeleri an meselesiydi. Cephaneleri neredeyse tükenmişti, yiyecekleri kıttı ve Adil ölmek istemiyordu. Siperin ucunda yerini alıp boş silahını tuttuğunda, korku dayanılmaz hale geldi. Hücum emri verilip siperden dışarı doğru sürünürken, babasının sözleri beyninde çınlıyordu. Siperden sıçrayarak çıktı ve koşmaya başladı. Her tarafta askerler düşüyorlardı ve bir sonraki sipere ulaşamadan midesinde bir yanma hissetti. Sırtüstü yatıyor, göğe bakıyordu ve şu sözleri tekrarlıyordu: “Ben cesurum, ben cesurum, ben cesurum.” Bu sözleri babasının ölümünden beri kendi kendine tekrarlıyordu ve buna inanarak öldü. Adil’in babasının sözlerine olan inancı hem kendi kendine bakışını, hem de savaşın gidişatını değiştirdi. İnanç güçlü bir şeydir!
Avram da pek çok yönden Adil gibiydi. Türkiye’nin doğusunda yaşayan bir çobanken, anayurdundan ayrıldı. Onu babasından ayıran ölümün acısını hissetmiş, özel bir görevi yerine getirmek için uzun yollar kat etmişti. Fakat Avram’ı böylesine benzersiz yapan şey, inancıydı. Her şeyi bilen ve kendisine görünmeyen hiçbir şeyin olmadığı Allah, hem onun inancını tanımış, hem de bu yüzden onu ödüllendirmişti. Öyküyü Yaratılış 15. bölüm, 1-3 ayetlerinden okumaya başlayalım:
1 Bundan sonra RAB bir görümde Avram’a, “Korkma, Avram” diye seslendi, “Senin kalkanın benim. Ödülün çok büyük olacak.” 2 Avram, “Ey Egemen RAB, bana ne vereceksin?” dedi, “Çocuk sahibi olamadım. Evim Şamlı Eliezer’e kalacak. 3 Bana çocuk vermediğin için evimdeki bir uşak mirasçım olacak.”
Kutsal Kitap bu olaylardan, yani Avram’ın çağrılmasından, Mısır’a gitmesinden, Lut’u kurtarmasından ve Melkisedek’i şereflendirmesinden sonra, Allah’ın bir görümde Avram’a görünerek ona büyük bir ödül vaat ettiğini söylüyor. Avram’ın yanıtı basitti: “Bana ne vereceksin?” Önceki öykülerden Avram’ın güzel bir karısı olduğunu, cesaretini, servetini ve Allah’ın ona verdiği nimetleri biliyoruz. Bunlar yeryüzündeki neredeyse her adamı memnun etmeye yeterdi. Fakat sahip olmadığı bir şey vardı, bir mirasçı. Tüm hayatını, kendi öz çocuğunu elinde tutmanın gururunu, ayrıcalığını ve neşesini bilmeden geçirmişti. Bu ilerlemiş yaşında, bir mucize olmazsa böyle bir şansı olmayacağını biliyordu. Normal şartlarda, payına düşeni kaderi olarak kabul ederdi. Fakat Allah’ın bir planı vardı! Neler olduğunu görmek için 4. ve 5. ayetlere bakalım:
4 RAB yine seslendi: “O mirasçın olmayacak, öz çocuğun mirasçın olacak.” 5 Sonra Avram’ı dışarı çıkararak, “Göklere bak” dedi, “Yıldızları sayabilir misin? İşte, soyun o kadar çok olacak.”
Hiç karanlıkta dışarıda oturup yıldızlara baktınız mı? En karanlık gecelerde, kent ışıklarından uzakta, sayısız noktacıklar karanlık dünyayı aydınlatır ve şekilsiz ufukta şekiller meydana getirir. Eminim ki hepimiz hayatlarımızda bir noktada geceleyin gökyüzüne bakarak hayretle durmuş, hatta belki de Avram gibi yıldızları saymaya çalışmıştır.
Avram’ın zamanında dumanlı sisin, kent ışıklarının ve hava kirliliğinin olmayışı, gökyüzünün bugün gördüğümüzden daha temiz olmasını sağlıyordu. Hatta, Avram’ın zamanında gökyüzü muhtemelen Adil’in zamanındakinden çok farklı değildi. Günümüzde yıldızları saymanın ne kadar zor olduğunu bilerek, Avram için çölün ortasında durup berrak bir gecede gökyüzüne bakmanın nasıl bir şey olduğunu hayal edin. Fakat etkileyici olan yıldızların sayısı değildi. Daha ziyade, Allah’ın Avram’a bir mirasçı ve yıldızların sayısı kadar sınırsız bir soy vaat etmesiydi.
Allah Avram’a bunu daha önce soyunu yerin tozuna benzeterek söylemişti, ancak zaman geçip Avram yaşlandıkça, Allah Avram’a onu unutmadığını hatırlatmak istedi. Belki bazılarımız için çok sayıda soy düşüncesi titrememize neden oluyordur. Fakat çocuğu olmayan Avram için ve çocukların büyük değeri olan bir çağda, baba, dede, büyük-büyükbaba olma beklentisi çok heyecanlı olmuş olmalı; özellikle de 85 yaşında ve tüm hayatı boyunca bekledikten sonra. Fakat bundan sonra olacak olan şey, çocuk sahibi olmaktan da heyecanlı, zira ebedî imalar içeriyor. 6. ayeti okuyalım:
6 Avram RAB’be iman etti, RAB bunu ona doğruluk saydı.
Burada bir dakika durarak düşünelim. Allah “Avram, sen çok iyi biri oldun, bu yüzden sana doğru kişi denilecek”; veya “Avram, senin kurbanlarından hoşnudum ve bu nedenle seni doğru kişi ilan ediyorum” demiyor. Hayır, Kutsal Kitap kısaca Avram’ın iman ettiğini ve Allah’ın bunu onun için doğruluk olarak saydığını söylüyor. Pek çoğumuz için bu anlaşılması zor bir konudur. Allah birini nasıl olup da sırf O’na iman ettiği için doğru sayabilir? Bu sorunun yanıtını beklememiz gerekecek, çünkü burada yazılı değil, ancak Kutsal Kitap’ı çalışmaya devam ettikçe konu netleşecek. Şimdilik en önemli nokta, Allah’a iman gibi bir basit eylemin Avram’ın doğru sayılmasına yettiği! İnsanlar kimi zaman şahsî hayatlarımızdaki, hatta dünyadaki tüm önemli değişimlerin, bir kir veya inançla başladığını unutuyorlar. Adil için bu kendisinin gerçekten cesur olduğuydu ve kendisini inandırdıktan sonra bir kahraman olarak bilindi. Ancak Avram’ın imanı kendisine veya kendi yeteneklerine değil, Allah’ın vaadini tutacağınaydı. Avram’ın doğruluğu, kendi kendisini ikna etmesinin sonucu da değildi. Aksine, Allah’ın onu doğru olarak ilan etmesinin sonucuydu.
Fakat bu gerçek yalnızca Avram’la ilgili değil. Bu öykünün en heyecan verici yönü, Allah’ın önümüze bir insanın cesaretten, şöhretten, hatta prestijden daha büyük bir şeyi elde edebileceği gerçeğini koymuş olması. Sadece O’na inanırsak, bizim de doğru sayılacağımız gerçeği! Ne muhteşem ve yaşam değiştiren bir gerçek! Hatta bunun, kaderinizi değiştirmenin ilk adımı olduğunu söyleyebilirsiniz.
Avram Allah’ın sözlerini dinledi, O’nun teklif ettiği şeyin insanî bakımdan mümkün olmadığını gördü ve Allah’ın ileri sürdüğü şeyi gerçekleştirebileceğine iman etti. Bu kadar basitti, işte bu öykü sayesinde Avram, İmanın Babası olarak bilinir. Fakat bu gerçek ise, yani iman doğruluğa yöneltiyorsa, aksi de doğru olmaz mı? Allah’ın size söylediğine inançsızlık ederseniz, bu sizi kötü yapar. Ayrıca, Allah’ın size ne söylediğini nasıl anlayabilirsiniz; Allah’tan gelen ile Şeytan’dan geleni ayırt etmenin bir yolu var mı? Tabii ki, Kutsal Kitap’taki yolculuğumuza devam ederken Allah’ın mesajı gitgide daha da netleşecek. Fakat şimdi öyküye geri dönelim, zira orada bitmiyor ve daha gece sona ermeden Avram’ın inancı, yani imanı test edilecek! Hatta, imanı hayatının geri kalanında sürekli test edilecek, denenecek ve kanıtlanacak! Öyküye 7-11 ayetlerinde devam edelim:
7 Tanrı Avram’a, “Bu toprakları sana miras olarak vermek için Kildaniler’in Ur Kenti’nden seni çıkaran RAB benim” dedi. 8 Avram, “Ey Egemen RAB, bu toprakları miras alacağımı nasıl bileceğim?” diye sordu. 9 RAB, “Bana bir düve, bir keçi, bir de koç getir” dedi,” Hepsi üçer yaşında olsun. Bir de kumruyla güvercin yavrusu getir.” 10 Avram hepsini getirdi, ortadan kesip parçaları birbirine karşı dizdi. Yalnız kuşları kesmedi. 11 Leşlerin üzerine konan yırtıcı kuşları kovdu.
Avram atalarının izinden giderek ve Allah’la antlaşmasının bir simgesi olarak bir kurban verdi. Habil’in, Nuh’un ve şimdi de Avram’ın, her üçünün de Allah’a şükretmek, saygılarını sunmak ve O’nunla antlaşma yapmak için kurbanı kullandığını görmek ilginç. Allah’ın gücünün ve merhametinin her önemli gerçekleşmesinin veya sergilenmesinin kurbanla mühürlendiği anlaşılıyor. Peki Avram antlaşmanın kendi payına düşen kısmını yerine getirebilecek mi? Kötü günler geldiğinde inancını koruyabilecek mi? 12-16 ayetlerine bakalım:
12 Güneş batarken Avram derin bir uykuya daldı. Üzerine dehşet verici zifiri bir karanlık çöktü. 13 RAB Avram’a şöyle dedi: “Şunu iyi bil ki, senin soyun yabancı bir ülkede, gurbette yaşayacak. Dört yüz yıl kölelik edip baskı görecek. 14 Ama soyuna kölelik yaptıran ulusu cezalandıracağım. Sonra soyun oradan büyük mal varlığıyla çıkacak. 15 Sen de esenlik içinde atalarına kavuşacaksın. İleri yaşta ölüp gömüleceksin. 16 Soyunun dördüncü kuşağı buraya geri dönecek. Çünkü Amorlular’ın yaptığı kötülükler henüz doruğa varmadı.”
Siz olsanız bu görüme nasıl tepki verirdiniz? Allah size bir ülke ve mirasçı vaat etmiş, sizi O’na inandığınız için doğru kişi olarak adlandırmış, ancak sonra torunlarınızın özgür olamayacaklarını öğreniyorsunuz. Yabancı bir ülkede yaşamaya zorlanacaklar, köle olarak çalışacaklar ve 400 yıl boyunca sıkıntı çekecekler. Bu, doğru bir adamın, olması gereken öyküsüne benzemiyor. Allah onun soyunun büyük bir ulus olacağını ve kendisinin tüm uluslara bereket olacağını söylemişti. Nasıl olur da kullarla ve kölelerle dolu bir büyük ulusunuz olabilir? Şüphesiz, doğru adamın akıbeti bu olacaksa, kim doğru adam unvanına sahip olmak ister ki? Dahası, bu haberi duyduktan sonra her sıradan adam tökezler ve imanını kaybederdi. Ancak Avram değil! Allah ona şimdiden uzun bir yol yürütmüştü ve o vazgeçmek üzere değildi. Ona boşuna İmanın Babası denilmemişti. 17-21 ayetlerini okuyarak öyküyü bitirelim:
17 Güneş batıp karanlık çökünce, dumanlı bir mangalla alevli bir meşale göründü ve kesilen hayvan parçalarının arasından geçti. 18-21 O gün RAB Avram’la antlaşma yaparak ona şöyle dedi: “Mısır Irmağı’ndan büyük Fırat Irmağı’na kadar uzanan bu toprakları –Ken, Keniz, Kadmon, Hitit, Periz, Refa, Amor, Kenan, Girgaş ve Yevus topraklarını– senin soyuna vereceğim.”
Olup bitecek olan her şeye rağmen, Allah Avram’ı her şeyin Kendisinin denetiminde olduğuna dair temin etti. Avram’ın imanı unutulmayacak ve ona verilen vaat yerine getirilecekti.
Adil ve diğer Türkler savaşa gittiklerinde, uğruna savaş verdikleri şeye inanmışlardı. Türkiye’nin geleceğinin, kendilerinin ölmeye hazır oluşlarına bağlı olduğuna inanıyorlardı. Onların cesaretleri kadar ve bizim onlara minnettar olduğumuz kadar, Avram da bize hem birlikte ölmeye, hem de birlikte yaşamaya istekli olacağımız bir iman gösteriyor! Allah’a tam bir güven ve iman. Adil’in imanı bir ülkeyi değiştirdi, fakat Avram’ın imanı dünyayı değiştirdi. Adil’in imanı kendisine bakışını değiştirdi, fakat Avram’ın imanı Allah’ın ona bakışını değiştirdi.
Sizin imanınız ne değiştiriyor?
Tartışma Soruları
1. Bir öğretmeninizin, annenizin, babanızın veya işvereninizin bir şeyi başaracağınıza dair size itimat etmesi size ne
hissettiriyor?
2. Avram neden Allah’a iman etti? Siz neden Allah’a iman ediyorsunuz?
3. Başkalarının size öğrettikleri hariç olmak üzere, size göre Allah’la ilgili olarak iman edilmesi gereken en önemli
husus nedir?
4. Allah’a iman etmek yaşam, yeme-içme ve eğlence biçimlerinizi nasıl değiştiriyor? Kaderinizi nasıl değiştirebilir?
Adil, Türkiye’nin doğu bölgesinde fakir bir köyde yaşayan 15 yaşında bir çocuktu. Bir çobanın oğluydu ve okuma yazma bile bilmiyordu. Ancak dürüstlüğü ve alçakgönüllülüğü sayesinde köyde çok saygı görüyordu.
Adil’in hayatı çok basitti. Her sabah erkenden kalkarak ailenin ineğini sağıyor ve kahvaltı ediyordu. Yemekten sonra koyunları alarak kırlara çıkıyordu. Kurak mevsimlerde onlara yiyecek bulabilmek için uzun mesafeler yürümek zorundaydı. Hatta bazen dışarıda, yıldızların altında uyumak zorunda kalıyordu. Çobanlık çok kasvetli bir iş olabilir, ancak Adil’in kimi zaman onunla birlikte gelen arkadaşları vardı, bu da zaman geçirmesine yardımcı oluyordu. Arkadaşları yanında olmadığında, eski konuşmaları ve kendi düşünceleri ona yoldaşlık ediyordu. Adil çok cesur bir çocuk olmadığından, o gecelerden bazıları sanki sonsuza dek sürecekmiş gibi geliyordu ve böceklerin cırıltısıyla kurtların ulumaları onu tüm gece uyanık tutuyordu. Yıldızların ışığı da olmasa, yalnızlığa dayanılacak gibi değildi.
Yıl 1914’tü ve sıcak yaz günleri serinlemeye başlayıp sonbahar geldiğinde, Adil uzun bir kış için hazırlıklar yapmaya başladı. Ülkenin bu bölgesinde her zaman söylentiler dolaşırdı, çünkü İstanbul’un padişahlık saraylarından çok uzaktaydı ve gerçek haberler hiçbir zaman o kadar uzağa erişmezdi. Fakat son zamanlarda söylentiler iyice sıklaşıyordu ve hepsi de batıdan gelmiyordu.
“İmparatorluk sıkıntıda. Sultan hükümetteki kontrolünü kaybetti. Savaş gelip Anadolu’ya dayandı ve hızlı davranmazsak üzerinde yaşadığımız toprağı bile kaybedebiliriz. Türkiye için “hasta adam” diyorlar.”
Söylentiler rahatsız edici olsa da, Adil Osmanlı İmparatorluğu’nun çökeceğini, hele kendi hayatının değişeceğini hiç sanmıyordu. Hatta, Türklerin buraya ilk gelişinden beri belki de hiç değişmemişti.
“Neden kimse bizim bölgemizden endişelensin veya burasıyla ilgilensin ki? Burada birkaç harap binadan başka hiçbir şey yok. Hatta insandan daha çok koyun var.” Kendi kendine düşünüyordu.
Fakat kuşkularının endişeye dönüşmesi uzun sürmedi. İşlerin yolunda olmadığının ilk işareti, kasabaya iki aile geldiğinde görüldü. Tüm eşyalarını bir eşek arabasına yüklemişlerdi ve yorgun ve aç görünüyorlardı. Köylerinin yağmalandığını ve canlarını kurtarmak için kaçtıklarını söylediler. Ayrıntılı bilgi vermemelerine rağmen, çok korkunç bir şeye tanık oldukları belli oluyordu. Çok geçmeden köyden başka aileler ve kişiler geçmeye başladı.
Bu aileler genellikle fazla kalmıyor ve çok şey istemiyorlardı, ancak ziyaretlerinin köyün ödediği bir bedeli oldu. Savaşın harabeye çevirdiği yerlerden getirdikleri mikroplar ve hastalıklar, köyün yerlilerine bulaşmaya başladı. Önce Adil’in annesi hasta oldu ve hayata tutunmak için mücadele verdikten sonra öldü. Adil’in babasının kalbi kırılmıştı, ancak oğlu için güçlü olması gerektiğini biliyordu. Ne yazık ki Adil’in babası da hastalandı ve doktor bakımı veya modern ilaçlar olmadan fazla zamanı yoktu. Çok az zamanı kaldığını bilerek, Adil’i yatağının başucuna çağırdı.
“Oğlum, anneni kaybettin ve benim de bu dünyadaki zamanım doluyor. Bildiğim her şeyi sana öğrettim. Artık çocuk sayılmayacaksın. İnsan, anne ve babası ölmeden hiçbir zaman adam olamaz derler. Bir mucize olmazsa, bu zaman geldi.”
“Baba, lütfen böyle konuşma. Kendi başımın çaresine bakamam. Ben sadece çocuğum ve tüm varlığım sensin. Ne yapacağım?”
“Oğlum, herkesin hayatında büyümeleri gereken bir zaman gelir. Sen bir çobanın oğlusun ve işini çok iyi biliyorsun. Fakat senden başka bir şey yapmanı istiyorum. Bunu sana daha önce söylemedim, çünkü endişelenmeni istemedim. Ancak büyük devletimiz hakkındaki söylentiler doğru. Savaş kapılarımıza dayandı ve savaşacak cesur genç adamlara ihtiyaç var. Senin de savaşa gitmeni ve ailemize ve halkımıza şeref getirmeni istiyorum. Sen cesursun, dağlarda ve bayırlarda o yalnız geceleri göğüsle- diğin gibi bunu da göğüsleyebilirsin. Sana inanıyorum, oğlum!”
“Baba, keşke ben de senin imanına sahip olsaydım. Kalbim ne kadar istese de, aklım doğru olmadığını biliyor. O gecelerin çoğunda titreyerek oturdum ve güneşin doğmasını bekledim. Kurtların ve yabani hayvanların beni parçalayacağı düşüncesiyle uykularım kaçtı. Ben cesur değilim, baba. Korkağım. Huzur içinde uyuyamıyordum bile.”
“Adil, sen cesursun, bunu hiçbir zaman unutma. Korku etrafını kuşattığında bu basit hakikati hatırla yeter, seni tüm korkudan azat edecek.”
Babası bu son sözleri söyledikten sonra, nefesi zayıflamaya başladı. Adil, babasını biraz daha hayatta tutabileceğini umarak, elini daha kuvvetle sıktı. Fakat baba, dudaklarında “Sen cesursun, sen cesursun” sözleriyle öldü. Adil yere yığılarak ağladı.
Adil’e ne kadar zor gelse de, babasının dileklerini yerine getirdi ve köyden ayrıldı. Nereye gideceğini bilmiyordu, böylece batıya doğru yola koyuldu ve sonunda kendini İstanbul’un hemen dışında buldu. Gözlerine inanamadı. Daha önce hiç böyle bir yer görmemişti. Fakat turistik gezi için zamanı yoktu. Askere yazılması gerekiyordu. Yazıldıktan sonra kendisine çok az erzak ve cephane, bir silah ve üniforma verildi. Bir tümene yerleştirildi ve eğitim gördü.
Adil’in tümeni Çanakkale’ye gönderildi ve saldırı söylentileri onları siper kazıp hazırlık yapmaya zorladı. Adil dışarıdan cesur ve güçlü gibi görünüyordu. Ancak içeride hâlâ ürkmüş bir çocuk gibiydi. Ancak genç olsun, yaşlı olsun, diğer askerlerin de korktuklarını fark edince, kendisini daha iyi hissetti. Hepsi de yalnızdı ve aileleriyle iletişimleri çok azdı veya hiç yoktu. Geceler soğuktu ve giysi dedikleri paçavralar onları ısıtmaya yetmiyordu. Fakat günler geçtikçe, Adil babasının sözlerine inanmaya başladı. Köyünden ayrılmış, tanıdığı herkesten daha uzun bir yolculuk yapmış, orduya yazılmıştı ve şimdi adını bile duymadığı bir yerden gelen bir düşmana karşı savaş hazırlığı yapıyordu.
Adil saldırı olmaması için dua etti, fakat bombardıman umutlarını yıktı. Kıyıya hiç düşmanın geldiğini görecek kadar yaklaşmamıştı. Fakat yüz yüze gelmeleri an meselesiydi. Cephaneleri neredeyse tükenmişti, yiyecekleri kıttı ve Adil ölmek istemiyordu. Siperin ucunda yerini alıp boş silahını tuttuğunda, korku dayanılmaz hale geldi. Hücum emri verilip siperden dışarı doğru sürünürken, babasının sözleri beyninde çınlıyordu. Siperden sıçrayarak çıktı ve koşmaya başladı. Her tarafta askerler düşüyorlardı ve bir sonraki sipere ulaşamadan midesinde bir yanma hissetti. Sırtüstü yatıyor, göğe bakıyordu ve şu sözleri tekrarlıyordu: “Ben cesurum, ben cesurum, ben cesurum.” Bu sözleri babasının ölümünden beri kendi kendine tekrarlıyordu ve buna inanarak öldü. Adil’in babasının sözlerine olan inancı hem kendi kendine bakışını, hem de savaşın gidişatını değiştirdi. İnanç güçlü bir şeydir!
Avram da pek çok yönden Adil gibiydi. Türkiye’nin doğusunda yaşayan bir çobanken, anayurdundan ayrıldı. Onu babasından ayıran ölümün acısını hissetmiş, özel bir görevi yerine getirmek için uzun yollar kat etmişti. Fakat Avram’ı böylesine benzersiz yapan şey, inancıydı. Her şeyi bilen ve kendisine görünmeyen hiçbir şeyin olmadığı Allah, hem onun inancını tanımış, hem de bu yüzden onu ödüllendirmişti. Öyküyü Yaratılış 15. bölüm, 1-3 ayetlerinden okumaya başlayalım:
1 Bundan sonra RAB bir görümde Avram’a, “Korkma, Avram” diye seslendi, “Senin kalkanın benim. Ödülün çok büyük olacak.” 2 Avram, “Ey Egemen RAB, bana ne vereceksin?” dedi, “Çocuk sahibi olamadım. Evim Şamlı Eliezer’e kalacak. 3 Bana çocuk vermediğin için evimdeki bir uşak mirasçım olacak.”
Kutsal Kitap bu olaylardan, yani Avram’ın çağrılmasından, Mısır’a gitmesinden, Lut’u kurtarmasından ve Melkisedek’i şereflendirmesinden sonra, Allah’ın bir görümde Avram’a görünerek ona büyük bir ödül vaat ettiğini söylüyor. Avram’ın yanıtı basitti: “Bana ne vereceksin?” Önceki öykülerden Avram’ın güzel bir karısı olduğunu, cesaretini, servetini ve Allah’ın ona verdiği nimetleri biliyoruz. Bunlar yeryüzündeki neredeyse her adamı memnun etmeye yeterdi. Fakat sahip olmadığı bir şey vardı, bir mirasçı. Tüm hayatını, kendi öz çocuğunu elinde tutmanın gururunu, ayrıcalığını ve neşesini bilmeden geçirmişti. Bu ilerlemiş yaşında, bir mucize olmazsa böyle bir şansı olmayacağını biliyordu. Normal şartlarda, payına düşeni kaderi olarak kabul ederdi. Fakat Allah’ın bir planı vardı! Neler olduğunu görmek için 4. ve 5. ayetlere bakalım:
4 RAB yine seslendi: “O mirasçın olmayacak, öz çocuğun mirasçın olacak.” 5 Sonra Avram’ı dışarı çıkararak, “Göklere bak” dedi, “Yıldızları sayabilir misin? İşte, soyun o kadar çok olacak.”
Hiç karanlıkta dışarıda oturup yıldızlara baktınız mı? En karanlık gecelerde, kent ışıklarından uzakta, sayısız noktacıklar karanlık dünyayı aydınlatır ve şekilsiz ufukta şekiller meydana getirir. Eminim ki hepimiz hayatlarımızda bir noktada geceleyin gökyüzüne bakarak hayretle durmuş, hatta belki de Avram gibi yıldızları saymaya çalışmıştır.
Avram’ın zamanında dumanlı sisin, kent ışıklarının ve hava kirliliğinin olmayışı, gökyüzünün bugün gördüğümüzden daha temiz olmasını sağlıyordu. Hatta, Avram’ın zamanında gökyüzü muhtemelen Adil’in zamanındakinden çok farklı değildi. Günümüzde yıldızları saymanın ne kadar zor olduğunu bilerek, Avram için çölün ortasında durup berrak bir gecede gökyüzüne bakmanın nasıl bir şey olduğunu hayal edin. Fakat etkileyici olan yıldızların sayısı değildi. Daha ziyade, Allah’ın Avram’a bir mirasçı ve yıldızların sayısı kadar sınırsız bir soy vaat etmesiydi.
Allah Avram’a bunu daha önce soyunu yerin tozuna benzeterek söylemişti, ancak zaman geçip Avram yaşlandıkça, Allah Avram’a onu unutmadığını hatırlatmak istedi. Belki bazılarımız için çok sayıda soy düşüncesi titrememize neden oluyordur. Fakat çocuğu olmayan Avram için ve çocukların büyük değeri olan bir çağda, baba, dede, büyük-büyükbaba olma beklentisi çok heyecanlı olmuş olmalı; özellikle de 85 yaşında ve tüm hayatı boyunca bekledikten sonra. Fakat bundan sonra olacak olan şey, çocuk sahibi olmaktan da heyecanlı, zira ebedî imalar içeriyor. 6. ayeti okuyalım:
6 Avram RAB’be iman etti, RAB bunu ona doğruluk saydı.
Burada bir dakika durarak düşünelim. Allah “Avram, sen çok iyi biri oldun, bu yüzden sana doğru kişi denilecek”; veya “Avram, senin kurbanlarından hoşnudum ve bu nedenle seni doğru kişi ilan ediyorum” demiyor. Hayır, Kutsal Kitap kısaca Avram’ın iman ettiğini ve Allah’ın bunu onun için doğruluk olarak saydığını söylüyor. Pek çoğumuz için bu anlaşılması zor bir konudur. Allah birini nasıl olup da sırf O’na iman ettiği için doğru sayabilir? Bu sorunun yanıtını beklememiz gerekecek, çünkü burada yazılı değil, ancak Kutsal Kitap’ı çalışmaya devam ettikçe konu netleşecek. Şimdilik en önemli nokta, Allah’a iman gibi bir basit eylemin Avram’ın doğru sayılmasına yettiği! İnsanlar kimi zaman şahsî hayatlarımızdaki, hatta dünyadaki tüm önemli değişimlerin, bir kir veya inançla başladığını unutuyorlar. Adil için bu kendisinin gerçekten cesur olduğuydu ve kendisini inandırdıktan sonra bir kahraman olarak bilindi. Ancak Avram’ın imanı kendisine veya kendi yeteneklerine değil, Allah’ın vaadini tutacağınaydı. Avram’ın doğruluğu, kendi kendisini ikna etmesinin sonucu da değildi. Aksine, Allah’ın onu doğru olarak ilan etmesinin sonucuydu.
Fakat bu gerçek yalnızca Avram’la ilgili değil. Bu öykünün en heyecan verici yönü, Allah’ın önümüze bir insanın cesaretten, şöhretten, hatta prestijden daha büyük bir şeyi elde edebileceği gerçeğini koymuş olması. Sadece O’na inanırsak, bizim de doğru sayılacağımız gerçeği! Ne muhteşem ve yaşam değiştiren bir gerçek! Hatta bunun, kaderinizi değiştirmenin ilk adımı olduğunu söyleyebilirsiniz.
Avram Allah’ın sözlerini dinledi, O’nun teklif ettiği şeyin insanî bakımdan mümkün olmadığını gördü ve Allah’ın ileri sürdüğü şeyi gerçekleştirebileceğine iman etti. Bu kadar basitti, işte bu öykü sayesinde Avram, İmanın Babası olarak bilinir. Fakat bu gerçek ise, yani iman doğruluğa yöneltiyorsa, aksi de doğru olmaz mı? Allah’ın size söylediğine inançsızlık ederseniz, bu sizi kötü yapar. Ayrıca, Allah’ın size ne söylediğini nasıl anlayabilirsiniz; Allah’tan gelen ile Şeytan’dan geleni ayırt etmenin bir yolu var mı? Tabii ki, Kutsal Kitap’taki yolculuğumuza devam ederken Allah’ın mesajı gitgide daha da netleşecek. Fakat şimdi öyküye geri dönelim, zira orada bitmiyor ve daha gece sona ermeden Avram’ın inancı, yani imanı test edilecek! Hatta, imanı hayatının geri kalanında sürekli test edilecek, denenecek ve kanıtlanacak! Öyküye 7-11 ayetlerinde devam edelim:
7 Tanrı Avram’a, “Bu toprakları sana miras olarak vermek için Kildaniler’in Ur Kenti’nden seni çıkaran RAB benim” dedi. 8 Avram, “Ey Egemen RAB, bu toprakları miras alacağımı nasıl bileceğim?” diye sordu. 9 RAB, “Bana bir düve, bir keçi, bir de koç getir” dedi,” Hepsi üçer yaşında olsun. Bir de kumruyla güvercin yavrusu getir.” 10 Avram hepsini getirdi, ortadan kesip parçaları birbirine karşı dizdi. Yalnız kuşları kesmedi. 11 Leşlerin üzerine konan yırtıcı kuşları kovdu.
Avram atalarının izinden giderek ve Allah’la antlaşmasının bir simgesi olarak bir kurban verdi. Habil’in, Nuh’un ve şimdi de Avram’ın, her üçünün de Allah’a şükretmek, saygılarını sunmak ve O’nunla antlaşma yapmak için kurbanı kullandığını görmek ilginç. Allah’ın gücünün ve merhametinin her önemli gerçekleşmesinin veya sergilenmesinin kurbanla mühürlendiği anlaşılıyor. Peki Avram antlaşmanın kendi payına düşen kısmını yerine getirebilecek mi? Kötü günler geldiğinde inancını koruyabilecek mi? 12-16 ayetlerine bakalım:
12 Güneş batarken Avram derin bir uykuya daldı. Üzerine dehşet verici zifiri bir karanlık çöktü. 13 RAB Avram’a şöyle dedi: “Şunu iyi bil ki, senin soyun yabancı bir ülkede, gurbette yaşayacak. Dört yüz yıl kölelik edip baskı görecek. 14 Ama soyuna kölelik yaptıran ulusu cezalandıracağım. Sonra soyun oradan büyük mal varlığıyla çıkacak. 15 Sen de esenlik içinde atalarına kavuşacaksın. İleri yaşta ölüp gömüleceksin. 16 Soyunun dördüncü kuşağı buraya geri dönecek. Çünkü Amorlular’ın yaptığı kötülükler henüz doruğa varmadı.”
Siz olsanız bu görüme nasıl tepki verirdiniz? Allah size bir ülke ve mirasçı vaat etmiş, sizi O’na inandığınız için doğru kişi olarak adlandırmış, ancak sonra torunlarınızın özgür olamayacaklarını öğreniyorsunuz. Yabancı bir ülkede yaşamaya zorlanacaklar, köle olarak çalışacaklar ve 400 yıl boyunca sıkıntı çekecekler. Bu, doğru bir adamın, olması gereken öyküsüne benzemiyor. Allah onun soyunun büyük bir ulus olacağını ve kendisinin tüm uluslara bereket olacağını söylemişti. Nasıl olur da kullarla ve kölelerle dolu bir büyük ulusunuz olabilir? Şüphesiz, doğru adamın akıbeti bu olacaksa, kim doğru adam unvanına sahip olmak ister ki? Dahası, bu haberi duyduktan sonra her sıradan adam tökezler ve imanını kaybederdi. Ancak Avram değil! Allah ona şimdiden uzun bir yol yürütmüştü ve o vazgeçmek üzere değildi. Ona boşuna İmanın Babası denilmemişti. 17-21 ayetlerini okuyarak öyküyü bitirelim:
17 Güneş batıp karanlık çökünce, dumanlı bir mangalla alevli bir meşale göründü ve kesilen hayvan parçalarının arasından geçti. 18-21 O gün RAB Avram’la antlaşma yaparak ona şöyle dedi: “Mısır Irmağı’ndan büyük Fırat Irmağı’na kadar uzanan bu toprakları –Ken, Keniz, Kadmon, Hitit, Periz, Refa, Amor, Kenan, Girgaş ve Yevus topraklarını– senin soyuna vereceğim.”
Olup bitecek olan her şeye rağmen, Allah Avram’ı her şeyin Kendisinin denetiminde olduğuna dair temin etti. Avram’ın imanı unutulmayacak ve ona verilen vaat yerine getirilecekti.
Adil ve diğer Türkler savaşa gittiklerinde, uğruna savaş verdikleri şeye inanmışlardı. Türkiye’nin geleceğinin, kendilerinin ölmeye hazır oluşlarına bağlı olduğuna inanıyorlardı. Onların cesaretleri kadar ve bizim onlara minnettar olduğumuz kadar, Avram da bize hem birlikte ölmeye, hem de birlikte yaşamaya istekli olacağımız bir iman gösteriyor! Allah’a tam bir güven ve iman. Adil’in imanı bir ülkeyi değiştirdi, fakat Avram’ın imanı dünyayı değiştirdi. Adil’in imanı kendisine bakışını değiştirdi, fakat Avram’ın imanı Allah’ın ona bakışını değiştirdi.
Sizin imanınız ne değiştiriyor?
Tartışma Soruları
1. Bir öğretmeninizin, annenizin, babanızın veya işvereninizin bir şeyi başaracağınıza dair size itimat etmesi size ne
hissettiriyor?
2. Avram neden Allah’a iman etti? Siz neden Allah’a iman ediyorsunuz?
3. Başkalarının size öğrettikleri hariç olmak üzere, size göre Allah’la ilgili olarak iman edilmesi gereken en önemli
husus nedir?
4. Allah’a iman etmek yaşam, yeme-içme ve eğlence biçimlerinizi nasıl değiştiriyor? Kaderinizi nasıl değiştirebilir?