Hiç hayatınızı yoluna koyamadığınızı hissettiniz mi? Yapmak istediğiniz iyi şeyleri bir türlü yapamadığınızı ve yapmaktan kaçınmaya çalıştığınız şeyleri sonunda yaptığınızı? Neden bir diyeti bırakmak, buna devam etmekten daha kolaydır? İçimizde, iyi kararlarımıza karşı savaşan bir şey mi var? Bu sorulara yanıt verir gibi görünen iki öyküye bakalım.
Ali ve Burcu bebek sahibi olmak için uzun süre beklemişlerdi. Her şeyin kesinlikle mükemmel olmasını istemişlerdi. Bir müddet çalışıp para biriktirdikten ve işlerinin sağlam olduğundan emin olduktan sonra, zamanın geldiğine karar verdiler. Hamilelik süresince düzenli olarak doktora gittiler, bebek mobilyaları aldılar ve evi boyadılar. Tüm hazırlıkları yaptılar, tam da zamanında yaptılar, zira bebek beklenenden bir hafta erken doğdu. Erkek olacağını biliyorlardı ve ona Zafer adını vermişlerdi.
İlk yıl çok zor değildi. Zafer’in beslenmesi, giydirilmesi ve bebek bezinin değiştirilmesi gerekiyordu. Geceleri iyi uyuyordu, uyandığında Burcu onu sıkıca sarmalayarak bacaklarına yatırıyor ve ileri geri sallıyordu. Herkes ona çirkin ve pis dese de, hepsi onun sevimli olduğunu biliyordu. Bebeklerin yaptığı normal şeylerin hepsini yapıyordu, dik oturmaya, emeklemeye, ayakta durmaya ve sonunda yürümeye başladı. Onlara göre Zafer dünyanın en harika bebeğiydi ve hiçbir sorun çıkacağını sanmamışlardı.
Zafer 18. ayına yaklaşırken, doktor onlara ne beklemeleri gerektiğini söyledi. Kendi karakterini oluşturmaya başlayacaktı, ihtiyaçlarını daha net olarak ifade edecek, belki de biraz cezalandırılmaya ihtiyaç duyacaktı. Muayenehaneden çıkarken birbirleriyle konuştular.
Ali, yüksek sesle, “Zafer bize hiçbir sorun çıkartmayacak! Oğlumuz mükemmel ve her zaman iyi davranıyor” dedi.
Fakat Burcu biraz farklı düşünüyordu. Ali her zaman işteydi, zamanının çoğunu çocukla geçiren kendisiydi. Bir gün salondayken, Zafer’e DVD oynatıcıyla oynamamasını söyledi ve onu odanın başka bir yerine götürdü. Zafer ayağa kalktı, DVD oynatıcının yanına gitti, durdu, annesine baktı ve DVD oynatıcının düğmelerine basmaya başladı. Burcu onun kendisine nasıl böyle utanmazca itaatsizlik edebildiğini anlamadı. Tekrar denedi, yine aynı şeyi yaptı. Ancak ona bir oyuncakla rüşvet verdikten sonra durdu. İtaatsizlik daha kötü bir hal alınca da Burcu’nun kalbi kırıldı. Ondan bir şey yapmasını istediğinde başını sallayarak itiraz ediyor, annesi istediğini yapmadığında bağırıyor veya ona vuruyor, annesi kendisine gelmesini isteyince ise ters yönde kaçıyordu. Burcu bunun anlamamaktan kaynaklanmadığını biliyordu, zira elinde yeni bir oyuncak veya şeker varken onu çağırdığında koşarak geliyordu. Ali’nin de aynı şeyleri fark etmesi uzun sürmedi. Şoka uğradılar ve sevgiye ve ilgiye boğdukları sevimli yavrularının nasıl olup da böyle davrandığına akıl erdiremediler. Zafer yaptıkları hiçbir şeye memnuniyet göstermiyor ve evin kralı olmak istermiş gibi davranıyordu!
İlginçtir ki, yaklaşık 4000 yıl önce Nuh peygamber de aynı şeye tanıklık etti.
Kutsal Kitap, Nuh ve oğulları gemiden çıktıktan sonra, Ham, Sam ve Yafet’in çocukları, torunları ve büyük torunları olduğunu söylüyor. Dünyanın nüfusu artarken, Nuh’un ve oğullarının soyundan gelenlerin tufandan ders almış olmaları gerekirdi. Ataları Nuh’a bakarak tıpkı onun gibi, Allah tarafından kendisine doğru kişi denilen adam gibi olmayı istemeliydiler. Tufandan önce yaşayanları yok eden günahlı davranışlardan kaçınmalı ve Allah’ın emirlerini tutmalıydılar. Yeterince çok çalışırlarsa, dünya belki eskisinden bile iyi olabilirdi. Ancak Kutsal Kitap’ın anlatısını okuduğumuzda, hiç de öyle olmadığını göreceğiz.
Yaratılış 10:8 ayetinde, Kûş’un (Ham’ın oğullarından biri) Nemrut adında bir oğlu olduğunu okuyoruz. Yeryüzünde yiğit bir adam olarak kabul edilen ilk kişiydi, Rabb’in önünde yiğit bir avcıydı. İşin ilginci, Nemrut’un adı “isyan” anlamına gelir ve eylemleri, isyanının Allah’a karşı olduğunu gösteriyor. Allah’ın, Nuh’a ve oğullarına yayılıp yeryüzünü doldurmalarını söylediğini hatırlayın. Ancak Nemrut, insanları dağılmaya teşvik edecek yerde, onlara yerleşecekleri kentler kurmaya başladı. Yaratılış 10:10 ayetinde, krallığının tümü Şinar topraklarında bulunan Babil, Erek, Akat ve Kalne kentlerinde başladığını söyleniyor. Bu kentler günümüzde Irak topraklarında yer alır. 11. ayette başka kentler kurduğunu da görüyoruz. Kral olmadan krallık olmaz, öyleyse sizce bu kentlerin kralı kimdi? Bildiniz, Nemrut! Öyküye Yaratılış 11. bölüm, 1-4 ayetlerinden devam edelim:
1 Başlangıçta dünyadaki bütün insanlar aynı dili konuşur, aynı sözleri kullanırlardı. 2 Doğuya göçerlerken Şinar bölgesinde bir ova bulup oraya yerleştiler. 3 Birbirlerine, “Gelin, tuğla yapıp iyice pişirelim” dediler. Taş yerine tuğla, harç yerine zift kullandılar. 4 Sonra, “Kendimize bir kent kuralım” dediler, “Göklere erişecek bir kule dikip ün salalım. Böylece yeryüzüne dağılmayız.”
Bu ayetler bize ne açıklıyor? O zaman tüm dünyada yalnızca tek bir dil vardı, ancak daha da önemlisi insan oğulları (yani Allah’ın yolunu izlemeyenler) iki nedenden dolayı bir kent ve kule inşa etmek istediler. Yeryüzünde nam salmak istediler ve tüm yeryüzüne dağılmak istemediler. Bu insanlar Allah’ın yeryüzüne dağılma emrini yerine getirmek istemişler gibi görünüyor mu? İşin tuhaf tarafı, Allah’ın dünyayı tufanla yok etmesinin ve Nuh ve oğulları ile insanlığa ikinci bir şans vermesinin üzerinden yalnızca 71 yıl geçmişti. Fakat henüz iki nesil içinde Allah’a kulak asmamaya başlamışlardı. Ancak ne kadar uğraşırsanız uğraşın, Allah vardır ve gözardı edilemez. 5-7 ayetlerini okuyarak devam edelim:
5 RAB insanların yaptığı kentle kuleyi görmek için aşağıya indi. 6 “Tek bir halk olup aynı dili konuşarak bunu yapmaya başladıklarına göre, düşündüklerini gerçekleştirecek, hiçbir engel tanımayacaklar” dedi, 7 “Gelin, aşağı inip dillerini karıştıralım ki, birbirlerini anlamasınlar.”
Bir kez daha Allah’ın bu gezegenin olaylarıyla bizzat ilgilendiğini görüyoruz. Kutsal Kitap, O’nun kenti ve kuleyi görmek için aşağıya indiğini ve hoşnutsuz olduğunu söylüyor. Sonu başlangıçtan itibaren bilen Kişi, insan oğullarının neyin peşinde olduklarını görmüştü. İnsanlar bu yolda devam etselerdi, öncekinden de kötü olacaklardı. Akıllarına koydukları her şeyi tamamlayacaklardı. Allah ise hem onların ne yapacaklarını, hem de onları bu şeylere neyin yönelttiğini biliyordu. İnsan oğullarının tufandan önce yaşayanlardan farklı olmadıklarını ve tanrısız yaşamlarının yalnızca günahkârlık, şiddet, sapkınlık ve kanunsuzluk getireceğini biliyordu. Başka bir deyişle, doğalarında olan şeyi yapacaklardı. 8. ve 9. ayetlerde Allah’ın ne yaptığını görelim:
8 Böylece RAB onları yeryüzüne dağıtarak kentin yapımını durdurdu. 9 Bu nedenle kente Babil adı verildi. Çünkü RAB bütün insanların dilini orada karıştırmış ve onları yeryüzünün dört bucağına dağıtmıştı.
İnsan oğullarının durdurulması gerekiyordu. Allah dünyayı tufanla yok etmeme sözünü vermişti, bu nedenle onların birlikte çalışabilmelerini sağlayan en önemli şeyi, iletişim yeteneğini ellerinden aldı. Yukarı katlardan daha fazla tuğla emri geldikçe, kargaşa başgösterdi. Kutsal Kitap’ta işçilerin ne yaşadığı ayrıntılarıyla anlatılmıyor, ancak tahminde bulunabiliriz. Muhtemelen bir Fenerbahçe maçı sırasında stadyumun diğer tarafındaki arkadaşınıza mesaj iletmeye çalışmak gibi bir şeydi. Birkaç denemeden sonra vazgeçersiniz. İnsanlar aletlerini bir kenara bırakıp kentin sokaklarında yankılanan yabancı dilleri dinlerken, muhtemelen anlaşabildikleri kişilerle bir araya gelip ayrılma planı yapmışlardır. Kutsal Kitap, isteseler de istemeseler de dağılmaya başladıklarını söylüyor. Belki aşağıdaki öykü bu ayetlerin bize bildirdiği şeyle ilgili daha iyi bir anlayış sağlayabilir.
Bir gün bir akrep etrafına bakınmış ve bir değişiklik yapmaya karar vermiş. Böylece yola koyularak ormanlardan ve tepelerden geçmiş. Kayalara tırmanmış, bağlardan geçmiş, en sonunda bir nehre ulaşmış. Nehir genişmiş ve hızlı akıyormuş, akrep karşıya geçmenin bir yolunu bulamamış. Nehir boyunca yukarı aşağı gezerek, geri dönmek zorunda kalabileceğini düşünmüş. Bir anda, nehir kıyısındaki sazlarda oturan bir kurbağa görmüş. Nehrin karşısına geçmek için kurbağadan yardım istemeye karar vermiş.
Akrep karşı tarafa, “Merhaba, Bay Kurbağa!” diye bağırmış, “Acaba beni nehrin karşısına geçirme nezaketini gösterir miydin?”
Kurbağa kararsızlıkla, “Bakalım, Bay Akrep! Sana yardım edersem beni öldürmeye çalışmayacağını nereden bileyim?” diye sormuş.
Akrep, “Çünkü” demiş, “Seni öldürmeye çalışırsam ben de ölürüm. Akreplerin yüzemediğini herkes bilir!”
Bu kurbağaya mantıklı gelmiş. Fakat sormuş. “Ya kıyıya yaklaşırken ne olacak? Yine de beni öldürmeye ve sonra kıyıya çıkmaya çalışabilirsin!”
Akrep, “Doğru” diye onaylamış, “Fakat o zaman da nehrin karşı kıyısına ulaşamam!”
Kurbağa, “Peki öyleyse, karşı kıyıya varana kadar bekleyip beni o zaman öldürmeyeceğini nereden bileyim?” demiş.
Akrep, yumuşak bir sesle “Aahh...” demiş, “Çünkü, beni bu nehrin karşı kıyısına geçirdiğinde yardımına o kadar minnettar kalacağım ki, sana ölümle karşılık vermek yakışık almayacak, öyle değil mi?”
Böylece kurbağa akrebi nehrin karşı kıyısına geçirmeyi kabul etmiş. Yüzerek kıyıya gelmiş ve yolcusunu almak için çamurun yanına yanaşmış. Akrep kurbağanın sırtına tırmanmış ve kurbağa nehrin sularına süzülmüş. Çamurlu su etra arında girdap yaparak dönüyormuş, ancak kurbağa akrebin boğulmaması için kendini yüzeye yakın tutuyormuş. Nehrin ilk yarısını bir gayretle geçmiş, yüzgeçlerini akıntıya karşı çılgınca çırpıyormuş.
Nehrin ortasında kurbağa birden keskin bir acı hissetmiş ve gözünün ucuyla baktığında akrebi iğnesini sırtından çıkarırken görmüş. Bacaklarına ölümcül bir uyuşukluk yayılmaya başlamış.
Kurbağa vraklayarak “Seni aptal!” demiş, “Şimdi ikimiz de öleceğiz! Ne demeye böyle bir şey yaptın?”
Suya gömülürlerken akrep omuz silkerek “Kendime engel olamadım” demiş, “bu benim doğamda var.”
Doğru bir adamdan doğru çocukların geleceği düşünülür. Ve bu çocukların nasıl davranacaklarını bilmeleri ve Allah’a itaat etmeleri beklenir. Aksine, Nuh’un torunları yalnızca 71 yıl önceki tufanda boğulanlardan hiç de daha iyi değillerdi. Onlarda da isyan tohumu vardı. Nuh’un, oğullarının ve tüm hayvanlarla kuşların gemide olduklarını biliyoruz. Ancak anlaşılan başka bir şey daha vardı, bencilliğe, gurura, kibire ve isyana doğru bir eğilim. Allah’tan olmayan her şeye duyulan bir arzu ve O’ndan olanlara karşı bir memnuniyetsizlik. 4000 yıl daha geçtikten sonra bile, değişen bir şey var mı? Bu soruyu daha önce sormuştuk, bir kez daha soracağız. Bu, kaderimizin değiştirilemez bir yönü mü? Yanıtı bulmak için tabii ki araştırmaya devam etmemiz gerekecek.
Tartışma Soruları
1. Çocuklar neden anne-babalarına itaatsizlik eder?
2. İnsanlar neden Allah’a itaatsizlik eder?
3. Tufan dünyayı kötü insanlardan temizlemişti, fakat göründüğü kadarıyla kötülük hâlâ etrafta geziyordu. Nasıl
yeniden ortaya çıktı ve nerede saklanıyordu?
4. Yaptığımız her şey bencillikten, gururdan ve kibirden kaynaklanıyorsa, Allah’ı nasıl hoşnut edebiliriz?
5. Günümüzde birisi bize Allah'ın buyruklarını yerine getirmek yerine kendi isteklerimizin ardından gitmemizi söylerse, ne yapmalıyız?
Ali ve Burcu bebek sahibi olmak için uzun süre beklemişlerdi. Her şeyin kesinlikle mükemmel olmasını istemişlerdi. Bir müddet çalışıp para biriktirdikten ve işlerinin sağlam olduğundan emin olduktan sonra, zamanın geldiğine karar verdiler. Hamilelik süresince düzenli olarak doktora gittiler, bebek mobilyaları aldılar ve evi boyadılar. Tüm hazırlıkları yaptılar, tam da zamanında yaptılar, zira bebek beklenenden bir hafta erken doğdu. Erkek olacağını biliyorlardı ve ona Zafer adını vermişlerdi.
İlk yıl çok zor değildi. Zafer’in beslenmesi, giydirilmesi ve bebek bezinin değiştirilmesi gerekiyordu. Geceleri iyi uyuyordu, uyandığında Burcu onu sıkıca sarmalayarak bacaklarına yatırıyor ve ileri geri sallıyordu. Herkes ona çirkin ve pis dese de, hepsi onun sevimli olduğunu biliyordu. Bebeklerin yaptığı normal şeylerin hepsini yapıyordu, dik oturmaya, emeklemeye, ayakta durmaya ve sonunda yürümeye başladı. Onlara göre Zafer dünyanın en harika bebeğiydi ve hiçbir sorun çıkacağını sanmamışlardı.
Zafer 18. ayına yaklaşırken, doktor onlara ne beklemeleri gerektiğini söyledi. Kendi karakterini oluşturmaya başlayacaktı, ihtiyaçlarını daha net olarak ifade edecek, belki de biraz cezalandırılmaya ihtiyaç duyacaktı. Muayenehaneden çıkarken birbirleriyle konuştular.
Ali, yüksek sesle, “Zafer bize hiçbir sorun çıkartmayacak! Oğlumuz mükemmel ve her zaman iyi davranıyor” dedi.
Fakat Burcu biraz farklı düşünüyordu. Ali her zaman işteydi, zamanının çoğunu çocukla geçiren kendisiydi. Bir gün salondayken, Zafer’e DVD oynatıcıyla oynamamasını söyledi ve onu odanın başka bir yerine götürdü. Zafer ayağa kalktı, DVD oynatıcının yanına gitti, durdu, annesine baktı ve DVD oynatıcının düğmelerine basmaya başladı. Burcu onun kendisine nasıl böyle utanmazca itaatsizlik edebildiğini anlamadı. Tekrar denedi, yine aynı şeyi yaptı. Ancak ona bir oyuncakla rüşvet verdikten sonra durdu. İtaatsizlik daha kötü bir hal alınca da Burcu’nun kalbi kırıldı. Ondan bir şey yapmasını istediğinde başını sallayarak itiraz ediyor, annesi istediğini yapmadığında bağırıyor veya ona vuruyor, annesi kendisine gelmesini isteyince ise ters yönde kaçıyordu. Burcu bunun anlamamaktan kaynaklanmadığını biliyordu, zira elinde yeni bir oyuncak veya şeker varken onu çağırdığında koşarak geliyordu. Ali’nin de aynı şeyleri fark etmesi uzun sürmedi. Şoka uğradılar ve sevgiye ve ilgiye boğdukları sevimli yavrularının nasıl olup da böyle davrandığına akıl erdiremediler. Zafer yaptıkları hiçbir şeye memnuniyet göstermiyor ve evin kralı olmak istermiş gibi davranıyordu!
İlginçtir ki, yaklaşık 4000 yıl önce Nuh peygamber de aynı şeye tanıklık etti.
Kutsal Kitap, Nuh ve oğulları gemiden çıktıktan sonra, Ham, Sam ve Yafet’in çocukları, torunları ve büyük torunları olduğunu söylüyor. Dünyanın nüfusu artarken, Nuh’un ve oğullarının soyundan gelenlerin tufandan ders almış olmaları gerekirdi. Ataları Nuh’a bakarak tıpkı onun gibi, Allah tarafından kendisine doğru kişi denilen adam gibi olmayı istemeliydiler. Tufandan önce yaşayanları yok eden günahlı davranışlardan kaçınmalı ve Allah’ın emirlerini tutmalıydılar. Yeterince çok çalışırlarsa, dünya belki eskisinden bile iyi olabilirdi. Ancak Kutsal Kitap’ın anlatısını okuduğumuzda, hiç de öyle olmadığını göreceğiz.
Yaratılış 10:8 ayetinde, Kûş’un (Ham’ın oğullarından biri) Nemrut adında bir oğlu olduğunu okuyoruz. Yeryüzünde yiğit bir adam olarak kabul edilen ilk kişiydi, Rabb’in önünde yiğit bir avcıydı. İşin ilginci, Nemrut’un adı “isyan” anlamına gelir ve eylemleri, isyanının Allah’a karşı olduğunu gösteriyor. Allah’ın, Nuh’a ve oğullarına yayılıp yeryüzünü doldurmalarını söylediğini hatırlayın. Ancak Nemrut, insanları dağılmaya teşvik edecek yerde, onlara yerleşecekleri kentler kurmaya başladı. Yaratılış 10:10 ayetinde, krallığının tümü Şinar topraklarında bulunan Babil, Erek, Akat ve Kalne kentlerinde başladığını söyleniyor. Bu kentler günümüzde Irak topraklarında yer alır. 11. ayette başka kentler kurduğunu da görüyoruz. Kral olmadan krallık olmaz, öyleyse sizce bu kentlerin kralı kimdi? Bildiniz, Nemrut! Öyküye Yaratılış 11. bölüm, 1-4 ayetlerinden devam edelim:
1 Başlangıçta dünyadaki bütün insanlar aynı dili konuşur, aynı sözleri kullanırlardı. 2 Doğuya göçerlerken Şinar bölgesinde bir ova bulup oraya yerleştiler. 3 Birbirlerine, “Gelin, tuğla yapıp iyice pişirelim” dediler. Taş yerine tuğla, harç yerine zift kullandılar. 4 Sonra, “Kendimize bir kent kuralım” dediler, “Göklere erişecek bir kule dikip ün salalım. Böylece yeryüzüne dağılmayız.”
Bu ayetler bize ne açıklıyor? O zaman tüm dünyada yalnızca tek bir dil vardı, ancak daha da önemlisi insan oğulları (yani Allah’ın yolunu izlemeyenler) iki nedenden dolayı bir kent ve kule inşa etmek istediler. Yeryüzünde nam salmak istediler ve tüm yeryüzüne dağılmak istemediler. Bu insanlar Allah’ın yeryüzüne dağılma emrini yerine getirmek istemişler gibi görünüyor mu? İşin tuhaf tarafı, Allah’ın dünyayı tufanla yok etmesinin ve Nuh ve oğulları ile insanlığa ikinci bir şans vermesinin üzerinden yalnızca 71 yıl geçmişti. Fakat henüz iki nesil içinde Allah’a kulak asmamaya başlamışlardı. Ancak ne kadar uğraşırsanız uğraşın, Allah vardır ve gözardı edilemez. 5-7 ayetlerini okuyarak devam edelim:
5 RAB insanların yaptığı kentle kuleyi görmek için aşağıya indi. 6 “Tek bir halk olup aynı dili konuşarak bunu yapmaya başladıklarına göre, düşündüklerini gerçekleştirecek, hiçbir engel tanımayacaklar” dedi, 7 “Gelin, aşağı inip dillerini karıştıralım ki, birbirlerini anlamasınlar.”
Bir kez daha Allah’ın bu gezegenin olaylarıyla bizzat ilgilendiğini görüyoruz. Kutsal Kitap, O’nun kenti ve kuleyi görmek için aşağıya indiğini ve hoşnutsuz olduğunu söylüyor. Sonu başlangıçtan itibaren bilen Kişi, insan oğullarının neyin peşinde olduklarını görmüştü. İnsanlar bu yolda devam etselerdi, öncekinden de kötü olacaklardı. Akıllarına koydukları her şeyi tamamlayacaklardı. Allah ise hem onların ne yapacaklarını, hem de onları bu şeylere neyin yönelttiğini biliyordu. İnsan oğullarının tufandan önce yaşayanlardan farklı olmadıklarını ve tanrısız yaşamlarının yalnızca günahkârlık, şiddet, sapkınlık ve kanunsuzluk getireceğini biliyordu. Başka bir deyişle, doğalarında olan şeyi yapacaklardı. 8. ve 9. ayetlerde Allah’ın ne yaptığını görelim:
8 Böylece RAB onları yeryüzüne dağıtarak kentin yapımını durdurdu. 9 Bu nedenle kente Babil adı verildi. Çünkü RAB bütün insanların dilini orada karıştırmış ve onları yeryüzünün dört bucağına dağıtmıştı.
İnsan oğullarının durdurulması gerekiyordu. Allah dünyayı tufanla yok etmeme sözünü vermişti, bu nedenle onların birlikte çalışabilmelerini sağlayan en önemli şeyi, iletişim yeteneğini ellerinden aldı. Yukarı katlardan daha fazla tuğla emri geldikçe, kargaşa başgösterdi. Kutsal Kitap’ta işçilerin ne yaşadığı ayrıntılarıyla anlatılmıyor, ancak tahminde bulunabiliriz. Muhtemelen bir Fenerbahçe maçı sırasında stadyumun diğer tarafındaki arkadaşınıza mesaj iletmeye çalışmak gibi bir şeydi. Birkaç denemeden sonra vazgeçersiniz. İnsanlar aletlerini bir kenara bırakıp kentin sokaklarında yankılanan yabancı dilleri dinlerken, muhtemelen anlaşabildikleri kişilerle bir araya gelip ayrılma planı yapmışlardır. Kutsal Kitap, isteseler de istemeseler de dağılmaya başladıklarını söylüyor. Belki aşağıdaki öykü bu ayetlerin bize bildirdiği şeyle ilgili daha iyi bir anlayış sağlayabilir.
Bir gün bir akrep etrafına bakınmış ve bir değişiklik yapmaya karar vermiş. Böylece yola koyularak ormanlardan ve tepelerden geçmiş. Kayalara tırmanmış, bağlardan geçmiş, en sonunda bir nehre ulaşmış. Nehir genişmiş ve hızlı akıyormuş, akrep karşıya geçmenin bir yolunu bulamamış. Nehir boyunca yukarı aşağı gezerek, geri dönmek zorunda kalabileceğini düşünmüş. Bir anda, nehir kıyısındaki sazlarda oturan bir kurbağa görmüş. Nehrin karşısına geçmek için kurbağadan yardım istemeye karar vermiş.
Akrep karşı tarafa, “Merhaba, Bay Kurbağa!” diye bağırmış, “Acaba beni nehrin karşısına geçirme nezaketini gösterir miydin?”
Kurbağa kararsızlıkla, “Bakalım, Bay Akrep! Sana yardım edersem beni öldürmeye çalışmayacağını nereden bileyim?” diye sormuş.
Akrep, “Çünkü” demiş, “Seni öldürmeye çalışırsam ben de ölürüm. Akreplerin yüzemediğini herkes bilir!”
Bu kurbağaya mantıklı gelmiş. Fakat sormuş. “Ya kıyıya yaklaşırken ne olacak? Yine de beni öldürmeye ve sonra kıyıya çıkmaya çalışabilirsin!”
Akrep, “Doğru” diye onaylamış, “Fakat o zaman da nehrin karşı kıyısına ulaşamam!”
Kurbağa, “Peki öyleyse, karşı kıyıya varana kadar bekleyip beni o zaman öldürmeyeceğini nereden bileyim?” demiş.
Akrep, yumuşak bir sesle “Aahh...” demiş, “Çünkü, beni bu nehrin karşı kıyısına geçirdiğinde yardımına o kadar minnettar kalacağım ki, sana ölümle karşılık vermek yakışık almayacak, öyle değil mi?”
Böylece kurbağa akrebi nehrin karşı kıyısına geçirmeyi kabul etmiş. Yüzerek kıyıya gelmiş ve yolcusunu almak için çamurun yanına yanaşmış. Akrep kurbağanın sırtına tırmanmış ve kurbağa nehrin sularına süzülmüş. Çamurlu su etra arında girdap yaparak dönüyormuş, ancak kurbağa akrebin boğulmaması için kendini yüzeye yakın tutuyormuş. Nehrin ilk yarısını bir gayretle geçmiş, yüzgeçlerini akıntıya karşı çılgınca çırpıyormuş.
Nehrin ortasında kurbağa birden keskin bir acı hissetmiş ve gözünün ucuyla baktığında akrebi iğnesini sırtından çıkarırken görmüş. Bacaklarına ölümcül bir uyuşukluk yayılmaya başlamış.
Kurbağa vraklayarak “Seni aptal!” demiş, “Şimdi ikimiz de öleceğiz! Ne demeye böyle bir şey yaptın?”
Suya gömülürlerken akrep omuz silkerek “Kendime engel olamadım” demiş, “bu benim doğamda var.”
Doğru bir adamdan doğru çocukların geleceği düşünülür. Ve bu çocukların nasıl davranacaklarını bilmeleri ve Allah’a itaat etmeleri beklenir. Aksine, Nuh’un torunları yalnızca 71 yıl önceki tufanda boğulanlardan hiç de daha iyi değillerdi. Onlarda da isyan tohumu vardı. Nuh’un, oğullarının ve tüm hayvanlarla kuşların gemide olduklarını biliyoruz. Ancak anlaşılan başka bir şey daha vardı, bencilliğe, gurura, kibire ve isyana doğru bir eğilim. Allah’tan olmayan her şeye duyulan bir arzu ve O’ndan olanlara karşı bir memnuniyetsizlik. 4000 yıl daha geçtikten sonra bile, değişen bir şey var mı? Bu soruyu daha önce sormuştuk, bir kez daha soracağız. Bu, kaderimizin değiştirilemez bir yönü mü? Yanıtı bulmak için tabii ki araştırmaya devam etmemiz gerekecek.
Tartışma Soruları
1. Çocuklar neden anne-babalarına itaatsizlik eder?
2. İnsanlar neden Allah’a itaatsizlik eder?
3. Tufan dünyayı kötü insanlardan temizlemişti, fakat göründüğü kadarıyla kötülük hâlâ etrafta geziyordu. Nasıl
yeniden ortaya çıktı ve nerede saklanıyordu?
4. Yaptığımız her şey bencillikten, gururdan ve kibirden kaynaklanıyorsa, Allah’ı nasıl hoşnut edebiliriz?
5. Günümüzde birisi bize Allah'ın buyruklarını yerine getirmek yerine kendi isteklerimizin ardından gitmemizi söylerse, ne yapmalıyız?